Bu yazıda on dokuzuncu asrın sonu ve yirminci asrın ilk yarısında yaşayan Mehmet Akif Ersoy’dan bahsedeceğiz. Aslında o bize yabancı olan biri değildir. Aksine Akif, pek nadir millet büyüğüne nasip olacak şekilde halkımızın sevgi ve takdirlerini kazanmış seçkin bir kişidir. Özellikle İstiklal Marşı dolayısıyla toplumumuzda onu bilmeyen yoktur. Ancak bu yazıda Mehmet Akif’in farklı bir boyutundan, Kur’an’la olan dostluğundan bahsedeceğiz. Böylece hafızlığın ve Kur’an’a bağlılığın, insanı nasıl da yücelttiğini onun şahsında somut bir şekilde görmüş olacağız.
Mehmet Akif’in, son derece aktif ve verimli bir hayat sürmesinin ardındaki birçok sebepten bahsedilebilir. Mesela bunlar arasında dürüst kişiliği, yetiştiği sağlam aile ortamı, aldığı köklü eğitim ve ülkenin içerisinde yaşadığı ağır şartları aşma kararlılığı zikredilebilir. Ancak hafızlık kimliğinin ve her daim Kur’an’dan beslenmesinin, onun kişiliğinin oluşmasında en önemli etken olduğu anlaşılmaktadır. İfade yerinde ise yaşanan onca olumsuzluğa rağmen Kur’an, onu ayağa kaldırdı, yürüttü, hatta hak ve hakikat uğrunda hayatı boyunca durmadan dinlenmeden koşturdu.
Mehmet Akif’in hayatının başlangıcında da sonunda da Kur’an vardır. Sekiz yaşlarında hafızlığa başlıyor. Kur’an’ı yanından eksik etmiyor. Oldukça zorlu geçen hayat yolculuğunda Kur’an onun elinden tutuyor, ümit ve güç kaynağı oluyor. Ömrünün sonunda hasta yatağında da yine o Kur’an’la beraberdir. En meşhur hafızları çağırıyor ve onlardan Kur’an’ı dinliyor. Çünkü ahiret yolculuğunda onun şefaatine ve desteğine sığınarak bu dünyadan ayrılmak istiyor. Böylece Kur’an’la hayatı anlam kazanıyor ve onunla ruhu huzur buluyordu. Zira Kur’an’ı sevmek, Allah Teâlâ’yı sevmenin; Allah Teâlâ’yı sevmek de Kur’an’ı sevmenin bir sonucuydu.
Mehmet Akif, iyi yetişmiş âlim bir zattı. Üç dil biliyordu; Arapça, Farsça ve Fransızca. Mevlana’nın Mesnevi’sini şerhinden okuyup anlayabilecek seviyede Farsça biliyordu. Aynı zamanda o, İslam’ın hakikatlerini kürsülerde insanlara anlatan bir vaizdi. Yine o bir şairdi; millet şairi, ümmet şairi, İstiklal Marşı şairi tabirleri onun için kullanıldı. Aslında o bir Kur’an şairiydi. Onunla ilgili “Bir Kur’an Şairi” isminde bir kitap yazılmıştır. Çünkü o, şiirlerinde Kur’an’ın yüce değerlerini terennüm eden biriydi. Ayrıca o, bir aydın, bir entelektüeldi. Bir siyasetçiydi aynı zamanda. Çünkü milletvekilliği yapmıştı. Kısacası çok yönlü birisinden bahsediyoruz. Ama her şeyden önce o, bir İslam davetçisiydi. Hatta onun en önemli özelliği buydu diyebiliriz. Nitekim Hafız Yusuf Cemil manzum tarzda bu konuyu bize anlatır.
Pehlivan ol, baytar ol, dört beş lisan bil, şair ol
Zü-fünûn ol ya müderris, hafız ol, var çare bul
Bunlar olmaz vasf-ı fârık, Âkif’in eğlencesi
Tercemân-ı vahy-i Hak’sın, vasf-ı kâmil bencesi.
Burada şair şunu demek istiyor: Akif’in birçok özelliği vardır. Ama onun en dikkat çeken niteliği, Kur’an’ın hakikatlerine tercümanlık yapmasıdır. Vaazlarında, yazılarında, şiirlerinde hep bu gayret içinde olmuştur.
Peki, Mehmet Akif nasıl bir aile yuvasında yetişti? Bu konulardan bahsederken “Benim doğup büyüdüğüm ev cennet gibiydi.” der. Çünkü bu evde Kur’an-ı Kerim sadece raflarda bulunmuyor, aksine onun getirdiği yüce değerler bizzat aile içerisinde ete kemiğe bürünüyordu. Nitekim “Babam namaz kılarken ibadete dalar giderdi.” der, Mehmet Akif. İşte çocukluğu böyle bir aile yuvasında geçmişti onun. Altmış üç yıl yaşadı, aslında bu uzun bir ömür değildi. Ama Kur’an’ın gergef gergef dokunduğu, iman ve cihatla dopdolu, bereketli bir hayattı bu.
İfade ettiğimiz gibi Mehmet Akif’in en dikkate değer taraflarından biri, Kur’an’a olan bağlılığı ve sevgisiydi. Hafızlığı altı ayda tamamlıyor, yaşı yirmilerdedir. Aslında Kur’an ezberine sekiz yaşlarında başlamıştı. Parça parça gittiği anlaşılmaktadır. Yirmi yaşlarında baytarlık (veterinerlik) fakültesinden sonra altı ay daha devam etti ve böylece hıfzını tamamladı. Kendisine soruyorlar: “Üstat bu kadar kısa zamanda nasıl hafız oldun?” Diyor ki: “Ben daha önce çok çok Kur’an okumuştum. Hafız olmama çok az bir şey kalmıştı, veterinerlik mektebinden sonra bir süre daha çalıştım ve hafızlığı tamamladım.” Akif kendisini sıradan bir hafız olarak değil, “demir hafız” olarak tanıtır. Nitekim Mithat Cemal Kuntay onun hafızlığı ile ilgili şu tespitleri bizlere aktarır: “Akif’in dimağında Kur’an sanki Hafız Osman’ın hattı ile yazılmıştır. Dilediği ayeti oradan alır okurdu.”
Bir başka husus da şuydu: Akif, Kur’an okurken vecde kapılır ve ürperirdi. Bunu, damadı Ömer Rıza Doğrul şöyle anlatır: “Akif Kur’an’a bütün varlığı ile inanan ve bağlanan biriydi. Onun her bir ayetini en derin coşku ve huşu içinde ürpermeden okuyamazdı.” İşte Akif’in Kur’an’a olan muhabbeti bu düzeydeydi. Bu durum bize şu ayeti hatırlatıyor: “Müminler o kimselerdir ki Allah’ın adı anıldığında yürekleri titrer, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda bu onların imanlarını arttırır. Onlar yalnızca Rablerine güvenirler.” (Enfal, 8/2.)
Mehmet Akif’in ahlakı Kur’an’dı. Bunu bizlere nakleden de Mithat Cemal Kuntay’dır. O, Ahmet Cevdet Paşa ile Akif arasında bir mukayese yapar ve şöyle der: “Ahmet Cevdet Paşa’nın kültürünü Kur’an oluşturuyordu ama Akif’in hem kültürünü hem de seciyesini yani karakterini Kur’an oluşturuyordu.” Bu ifadeler, onun, vahye sımsıkı sarılan ve onun rehberliğinde yaşamayı gaye edinen birisi olduğunu bizlere göstermektedir. Nitekim o, tefsirle meşgul olmayı hiç aksatmaz, hatta gittiği yerlere Celâleyn tefsirini yanında götürürdü. Bizzat kendisi, bu tefsiri on sekiz defa okuduğunu söyler.
Mehmet Akif’in 1920’lerden sonra Mısır’da bir meal yazma hikâyesi vardır. Bu süreçte Kur’an’ın hikmet dünyasına iyice gark olur. İstanbul’daki aktif hayatından burada nispeten uzaklaşır. Kur’an meali üzerinde yoğunlaşır, kalıcı bir eser bırakmak için gecesini gündüzüne katar. Bazen günlerce bir ayetin nasıl tercüme edileceği konusunda düşündüğü olur. Yazmış olduğu nüshaları tekrar tekrar gözden geçirir, düzeltmeler yapar. Kur’an meali üzerindeki bu yoğun ve yorucu çabasını anlatmak için şöyle dediği bizlere nakledilir: “Ya o Kur’an meali beni bitirecek ya da ben onu bitireceğim.” Demek ki Mısır’daki hayatında Kur’an, Akif’in bütün benliğini kuşatmıştı. Nitekim onun şu dizeleri, Kur’an’ın gönül ve ruh dünyasındaki yerini bizlere göstermesi açısından dikkat çekicidir:
Pîrâye-i hâfızam sen oldun,
Sermâye-i hâfızam sen oldun.
Sensin hele ey kitâb-ı a’zem
Hâşâ buna hiç tereddüd etmem,
Dünyada refîk ü hemzebânım,
Ukbâda mu’în ü müste’ânım.
Mısır’da meal yazma serüveni ile ilgili olarak Akif’in yine şu tespitleri bizlere nakledilir: “Ben Kur’an’a bir şey veremedim ama Kur’an bana çok şey vermiştir.” Neden acaba o, bu sözleri söyleme ihtiyacı hisseder? Çünkü burada yıllarca süren bir çalışma yaptı ama sonuçta bu meali yayınlanmadı. Ancak Akif’in Kur’an üzerindeki bu yoğunlaşması, onun manevi hayatında dünya ahiret sermayesi önemli ufuklar açmış ve kalıcı izler bırakmıştı.
Mehmet Akif, İslam davetinde neden Kur’an’ı öne çıkardı? Mesela o hepimizin bildiği, “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” dizelerini söyler. Doğal olarak Müslüman bilginler, buhran zamanlarında Kur’an’a sığınır ve çözümü orada ararlar. Akif de böyle yapmış, ferdî ve toplumsal sorunları aşmada Kur’an’ın rehberliğine müracaat etmiştir. Diğer taraftan Mehmet Akif, Kur’an’ın insan üzerindeki etki ve yönlendirmesini bizzat tecrübe etmiş birisiydi. Dolayısıyla sosyal, siyasi ve kültürel birçok problemle boğuşmak mecburiyetinde kalan milletin ancak Kur’an’ın diriltici çağrısına başvurarak bu badireleri atlatacağını düşünüyordu. Bir başka husus da toplumun Kur’an’la olan ilişkisi gittikçe şeklî ve kültürel bir niteliğe indirgeniyordu. Oysa Akif, Kur’an’ı sadece bir dua ve zikir kitabı olarak değil, aksine bir hayat ve medeniyet rehberi olarak görüyordu. Bu sebeple insanların inandıkları kitabın içeriğine yabancı kalmalarını kabullenemiyordu. Nitekim yirmili yaşlarında yazmış olduğu şiirde şunları söylemektedir:
İbret alınmaz her gün okuruz ezbere de;
Bir ibret aranmaz mı ayetlerde?
Ya okur geçeriz bir ölünün toprağına
Ya açar bakarız nazm-ı celilin yaprağına
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne teze mezara okunmak, ne fal bakmak için
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne duvarlara asılmak, ne el sürülmemek için
Mehmet Akif, Kur’an’dan kazandığı perspektif sayesinde hayata hep yücelerden baktı. Çünkü Kur’an’ın anlam dünyası ona apayrı bir ufuk kazandırmıştı. Böylece toplumdaki çelişkileri, sapmaları, yozlaşmaları ve düşüşleri gördü. Yaşanan tehlikelere dikkat çekti, muhtemel bela ve musibetler hakkında insanları uyardı.
Mehmet Akif Ersoy, Sebilürreşad dergisinin başyazarlığını yaptı. Sebilürreşad, “doğru yol” demektir. Bu ismin Mümin suresinde geçen ayetlerden esinlenerek konulduğu anlaşılmaktadır. Orada Yüce Allah’a gönülden bağlı, cesaretli, salih bir insandan bahsedilir. Bu yürekli mümin, insanları şöyle uyarır: “Ey kavmim! Bana uyun ki ben size doğru yolu göstereyim. Ey kavmim! Unutmayın, bu dünya hayatı geçici bir metadır, ahiret ise sürekli kalınacak bir yurttur.” (Mümin, 40/38-39.) Mehmet Akif Ersoy’un da herkesin duyacağı şekilde yüksek sesle, korkmadan, çekinmeden insanları Kur’an ayetleriyle böyle uyardığını görüyoruz. (Enbiya, 21/45.)
Mehmet Akif’in, son derece aktif ve verimli bir hayat sürmesinin ardındaki birçok sebepten bahsedilebilir. Mesela bunlar arasında dürüst kişiliği, yetiştiği sağlam aile ortamı, aldığı köklü eğitim ve ülkenin içerisinde yaşadığı ağır şartları aşma kararlılığı zikredilebilir. Ancak hafızlık kimliğinin ve her daim Kur’an’dan beslenmesinin, onun kişiliğinin oluşmasında en önemli etken olduğu anlaşılmaktadır. İfade yerinde ise yaşanan onca olumsuzluğa rağmen Kur’an, onu ayağa kaldırdı, yürüttü, hatta hak ve hakikat uğrunda hayatı boyunca durmadan dinlenmeden koşturdu.
Mehmet Akif’in hayatının başlangıcında da sonunda da Kur’an vardır. Sekiz yaşlarında hafızlığa başlıyor. Kur’an’ı yanından eksik etmiyor. Oldukça zorlu geçen hayat yolculuğunda Kur’an onun elinden tutuyor, ümit ve güç kaynağı oluyor. Ömrünün sonunda hasta yatağında da yine o Kur’an’la beraberdir. En meşhur hafızları çağırıyor ve onlardan Kur’an’ı dinliyor. Çünkü ahiret yolculuğunda onun şefaatine ve desteğine sığınarak bu dünyadan ayrılmak istiyor. Böylece Kur’an’la hayatı anlam kazanıyor ve onunla ruhu huzur buluyordu. Zira Kur’an’ı sevmek, Allah Teâlâ’yı sevmenin; Allah Teâlâ’yı sevmek de Kur’an’ı sevmenin bir sonucuydu.
Mehmet Akif, iyi yetişmiş âlim bir zattı. Üç dil biliyordu; Arapça, Farsça ve Fransızca. Mevlana’nın Mesnevi’sini şerhinden okuyup anlayabilecek seviyede Farsça biliyordu. Aynı zamanda o, İslam’ın hakikatlerini kürsülerde insanlara anlatan bir vaizdi. Yine o bir şairdi; millet şairi, ümmet şairi, İstiklal Marşı şairi tabirleri onun için kullanıldı. Aslında o bir Kur’an şairiydi. Onunla ilgili “Bir Kur’an Şairi” isminde bir kitap yazılmıştır. Çünkü o, şiirlerinde Kur’an’ın yüce değerlerini terennüm eden biriydi. Ayrıca o, bir aydın, bir entelektüeldi. Bir siyasetçiydi aynı zamanda. Çünkü milletvekilliği yapmıştı. Kısacası çok yönlü birisinden bahsediyoruz. Ama her şeyden önce o, bir İslam davetçisiydi. Hatta onun en önemli özelliği buydu diyebiliriz. Nitekim Hafız Yusuf Cemil manzum tarzda bu konuyu bize anlatır.
Pehlivan ol, baytar ol, dört beş lisan bil, şair ol
Zü-fünûn ol ya müderris, hafız ol, var çare bul
Bunlar olmaz vasf-ı fârık, Âkif’in eğlencesi
Tercemân-ı vahy-i Hak’sın, vasf-ı kâmil bencesi.
Burada şair şunu demek istiyor: Akif’in birçok özelliği vardır. Ama onun en dikkat çeken niteliği, Kur’an’ın hakikatlerine tercümanlık yapmasıdır. Vaazlarında, yazılarında, şiirlerinde hep bu gayret içinde olmuştur.
Peki, Mehmet Akif nasıl bir aile yuvasında yetişti? Bu konulardan bahsederken “Benim doğup büyüdüğüm ev cennet gibiydi.” der. Çünkü bu evde Kur’an-ı Kerim sadece raflarda bulunmuyor, aksine onun getirdiği yüce değerler bizzat aile içerisinde ete kemiğe bürünüyordu. Nitekim “Babam namaz kılarken ibadete dalar giderdi.” der, Mehmet Akif. İşte çocukluğu böyle bir aile yuvasında geçmişti onun. Altmış üç yıl yaşadı, aslında bu uzun bir ömür değildi. Ama Kur’an’ın gergef gergef dokunduğu, iman ve cihatla dopdolu, bereketli bir hayattı bu.
İfade ettiğimiz gibi Mehmet Akif’in en dikkate değer taraflarından biri, Kur’an’a olan bağlılığı ve sevgisiydi. Hafızlığı altı ayda tamamlıyor, yaşı yirmilerdedir. Aslında Kur’an ezberine sekiz yaşlarında başlamıştı. Parça parça gittiği anlaşılmaktadır. Yirmi yaşlarında baytarlık (veterinerlik) fakültesinden sonra altı ay daha devam etti ve böylece hıfzını tamamladı. Kendisine soruyorlar: “Üstat bu kadar kısa zamanda nasıl hafız oldun?” Diyor ki: “Ben daha önce çok çok Kur’an okumuştum. Hafız olmama çok az bir şey kalmıştı, veterinerlik mektebinden sonra bir süre daha çalıştım ve hafızlığı tamamladım.” Akif kendisini sıradan bir hafız olarak değil, “demir hafız” olarak tanıtır. Nitekim Mithat Cemal Kuntay onun hafızlığı ile ilgili şu tespitleri bizlere aktarır: “Akif’in dimağında Kur’an sanki Hafız Osman’ın hattı ile yazılmıştır. Dilediği ayeti oradan alır okurdu.”
Bir başka husus da şuydu: Akif, Kur’an okurken vecde kapılır ve ürperirdi. Bunu, damadı Ömer Rıza Doğrul şöyle anlatır: “Akif Kur’an’a bütün varlığı ile inanan ve bağlanan biriydi. Onun her bir ayetini en derin coşku ve huşu içinde ürpermeden okuyamazdı.” İşte Akif’in Kur’an’a olan muhabbeti bu düzeydeydi. Bu durum bize şu ayeti hatırlatıyor: “Müminler o kimselerdir ki Allah’ın adı anıldığında yürekleri titrer, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda bu onların imanlarını arttırır. Onlar yalnızca Rablerine güvenirler.” (Enfal, 8/2.)
Mehmet Akif’in ahlakı Kur’an’dı. Bunu bizlere nakleden de Mithat Cemal Kuntay’dır. O, Ahmet Cevdet Paşa ile Akif arasında bir mukayese yapar ve şöyle der: “Ahmet Cevdet Paşa’nın kültürünü Kur’an oluşturuyordu ama Akif’in hem kültürünü hem de seciyesini yani karakterini Kur’an oluşturuyordu.” Bu ifadeler, onun, vahye sımsıkı sarılan ve onun rehberliğinde yaşamayı gaye edinen birisi olduğunu bizlere göstermektedir. Nitekim o, tefsirle meşgul olmayı hiç aksatmaz, hatta gittiği yerlere Celâleyn tefsirini yanında götürürdü. Bizzat kendisi, bu tefsiri on sekiz defa okuduğunu söyler.
Mehmet Akif’in 1920’lerden sonra Mısır’da bir meal yazma hikâyesi vardır. Bu süreçte Kur’an’ın hikmet dünyasına iyice gark olur. İstanbul’daki aktif hayatından burada nispeten uzaklaşır. Kur’an meali üzerinde yoğunlaşır, kalıcı bir eser bırakmak için gecesini gündüzüne katar. Bazen günlerce bir ayetin nasıl tercüme edileceği konusunda düşündüğü olur. Yazmış olduğu nüshaları tekrar tekrar gözden geçirir, düzeltmeler yapar. Kur’an meali üzerindeki bu yoğun ve yorucu çabasını anlatmak için şöyle dediği bizlere nakledilir: “Ya o Kur’an meali beni bitirecek ya da ben onu bitireceğim.” Demek ki Mısır’daki hayatında Kur’an, Akif’in bütün benliğini kuşatmıştı. Nitekim onun şu dizeleri, Kur’an’ın gönül ve ruh dünyasındaki yerini bizlere göstermesi açısından dikkat çekicidir:
Pîrâye-i hâfızam sen oldun,
Sermâye-i hâfızam sen oldun.
Sensin hele ey kitâb-ı a’zem
Hâşâ buna hiç tereddüd etmem,
Dünyada refîk ü hemzebânım,
Ukbâda mu’în ü müste’ânım.
Mısır’da meal yazma serüveni ile ilgili olarak Akif’in yine şu tespitleri bizlere nakledilir: “Ben Kur’an’a bir şey veremedim ama Kur’an bana çok şey vermiştir.” Neden acaba o, bu sözleri söyleme ihtiyacı hisseder? Çünkü burada yıllarca süren bir çalışma yaptı ama sonuçta bu meali yayınlanmadı. Ancak Akif’in Kur’an üzerindeki bu yoğunlaşması, onun manevi hayatında dünya ahiret sermayesi önemli ufuklar açmış ve kalıcı izler bırakmıştı.
Mehmet Akif, İslam davetinde neden Kur’an’ı öne çıkardı? Mesela o hepimizin bildiği, “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” dizelerini söyler. Doğal olarak Müslüman bilginler, buhran zamanlarında Kur’an’a sığınır ve çözümü orada ararlar. Akif de böyle yapmış, ferdî ve toplumsal sorunları aşmada Kur’an’ın rehberliğine müracaat etmiştir. Diğer taraftan Mehmet Akif, Kur’an’ın insan üzerindeki etki ve yönlendirmesini bizzat tecrübe etmiş birisiydi. Dolayısıyla sosyal, siyasi ve kültürel birçok problemle boğuşmak mecburiyetinde kalan milletin ancak Kur’an’ın diriltici çağrısına başvurarak bu badireleri atlatacağını düşünüyordu. Bir başka husus da toplumun Kur’an’la olan ilişkisi gittikçe şeklî ve kültürel bir niteliğe indirgeniyordu. Oysa Akif, Kur’an’ı sadece bir dua ve zikir kitabı olarak değil, aksine bir hayat ve medeniyet rehberi olarak görüyordu. Bu sebeple insanların inandıkları kitabın içeriğine yabancı kalmalarını kabullenemiyordu. Nitekim yirmili yaşlarında yazmış olduğu şiirde şunları söylemektedir:
İbret alınmaz her gün okuruz ezbere de;
Bir ibret aranmaz mı ayetlerde?
Ya okur geçeriz bir ölünün toprağına
Ya açar bakarız nazm-ı celilin yaprağına
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne teze mezara okunmak, ne fal bakmak için
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne duvarlara asılmak, ne el sürülmemek için
Mehmet Akif, Kur’an’dan kazandığı perspektif sayesinde hayata hep yücelerden baktı. Çünkü Kur’an’ın anlam dünyası ona apayrı bir ufuk kazandırmıştı. Böylece toplumdaki çelişkileri, sapmaları, yozlaşmaları ve düşüşleri gördü. Yaşanan tehlikelere dikkat çekti, muhtemel bela ve musibetler hakkında insanları uyardı.
Mehmet Akif Ersoy, Sebilürreşad dergisinin başyazarlığını yaptı. Sebilürreşad, “doğru yol” demektir. Bu ismin Mümin suresinde geçen ayetlerden esinlenerek konulduğu anlaşılmaktadır. Orada Yüce Allah’a gönülden bağlı, cesaretli, salih bir insandan bahsedilir. Bu yürekli mümin, insanları şöyle uyarır: “Ey kavmim! Bana uyun ki ben size doğru yolu göstereyim. Ey kavmim! Unutmayın, bu dünya hayatı geçici bir metadır, ahiret ise sürekli kalınacak bir yurttur.” (Mümin, 40/38-39.) Mehmet Akif Ersoy’un da herkesin duyacağı şekilde yüksek sesle, korkmadan, çekinmeden insanları Kur’an ayetleriyle böyle uyardığını görüyoruz. (Enbiya, 21/45.)