İç dünyasında inancıyla kurduğu ilişkinin düşünce, niyet, söylem ve eylemlerine yansımaları bireyin dindarlığını oluşturur. Dindarlık, düşünceden dile, dilden bilgiye, bilgiden davranışa ve davranışlar yoluyla insanlar arası ilişkilere aktarılarak gözlemlenebilir boyutlar kazanır. Bireysel dindarlığı şekillendiren öznel tecrübelerin nesnelleşerek toplumsal biçimler kazanması olarak ifade edebileceğimiz bu süreçte, bireyin dinî yaşantısının şiddet ve yoğunluğuna göre farklılaşan çeşitli tecrübi boyutlardan söz edilir. Bunların başında dinî pratikler gelir. Namaz, oruç, hac, zekât ve kurban gibi ibadetler, İslam’da dinî pratiklerin başlıca örneklerini oluşturur. Esasen dinî inancın bireysel eylemlere ve toplumsal ilişkilere yansıyan hemen her yönü, dinin pratik/uygulama boyutunu oluşturan örnekler olarak karşımıza çıkar. İslamiyet’te namaz ibadetinin icra edildiği cami ve mescitler, Yüce Allah’ın adının çokça anıldığı kutlu mekânlardır. Bununla birlikte bu mekânlardaki ibadetler sadece kılınan namazlarla sınırlı değildir. Camiler, aynı zamanda Müslümanların bireysel olarak kulluğun (ubudiyet), toplumsal olarak ise kardeşliğin (uhuvvet) zirvelerinde dolaştığı manevi çekim merkezleridir.
İslamiyet’te, inananlar açısından yeryüzü mescit kabul edilse de bazı mescitler, sahip oldukları dinî-kültürel mirastan dolayı bireysel ve toplumsal hayatta Yüce Allah’a kulluğun ve insanlar arasında kardeşliğin anlam zenginliğinin çok daha derinden hissedildiği müstesna mekânlar olarak hafızalarımıza nakşedilmiştir. Mescid-i Nebi ve Mescid-i Aksa, bunlar arasında hemen aklımıza gelen örneklerdir. Esasen söz konusu mescitler, Müslümanların gönüllerindeki istisnai konumunu kültürel hafızada bıraktıkları derin izlerden alır. Siyer-i Nebi’nin ve peygamberler tarihinin hatıralarıyla yüklü bu kutlu mekânların nesilden nesile aktarılan bir manevi hafıza zincirine eklenen halkalar oluşturduğunda kuşku yoktur. Ulu mescitler, aynı zamanda, İslam medeniyetinin dinî-kültürel mirasını oluşturan anlatıların mayalandığı “merkezî mekân” hüviyetine sahiptir. Hz. Peygamberin (s.a.s.) Hicret’in hemen ardından Mescid-i Nebi’nin etrafında bir medeniyet tasarlaması, mescidin/caminin söz konusu fonksiyonunun ilk örneğini oluşturur. Bu yönüyle cami, Müslümanların dinî meseleler yanında iktisadi, sosyal ve kültürel içerikli hemen her konuyu müzakere ederek karara bağladığı toplayıcı/birleştirici bir konuma sahiptir. Camiye yüklenen bu dinî sosyokültürel fonksiyon, özellikle diasporadaki Müslümanların hayatında hâlâ canlılığını korumaktadır.
II. Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra kiliseden camiye dönüştürdüğü büyük mabet olan Ayasofya da bu tarihten itibaren söz konusu dinî-toplumsal rollere aracılık eden yönüyle merkezî bir mabet statüsüne sahip olmuştur. Ayasofya, bu statüsünü, müzeye dönüştürüldüğü tarihe kadar korumuştur. Müze olarak kullanılmaya başlandığı 1934 yılında ise yeni konumunun beraberinde getirdiği kültürel ve turistik içerikli bir statü ve bu statüye uygun roller üstlenmiştir. 86 yıllık bu dönemde, Ayasofya’nın inşa edildiği tarihten itibaren sahip olduğu dinî ve toplumsal statüsü bir süreliğine askıya alınmıştır. Ancak bu yeni statü, toplumsal muhayyilede kalıcı karşılık bulmamış ve nihayet Ayasofya 10 Temmuz 2020 tarihinde eski statüsüne yeniden kavuşturulmuştur.
Ayasofya, fethin sembolik anlamını asırlarca hafızalarda taşıyan kurucu bir fonksiyona/işleve ev sahipliği yapmıştır. Bilindiği gibi Osmanlı fetih siyasetinde fethedilen beldenin merkezî mabedi ya da mabetleri, sembolik olarak camiye dönüştürülmüştür. Bununla birlikte diğer mabetlerin dinî statüsünde bir değişikliğe gidilmemiş, aksine oralarda halkın ibadetlerini ve inancının gereklerini özgürce yerine getirebilmesinin teminatı bizzat Müslüman yöneticiler tarafından verilmiştir. Esasen İstanbul, tarih boyunca dinî-kültürel çeşitliliği ve farklı inançlara mensup toplulukların barış içinde bir arada yaşama tecrübesi bakımından dünyanın sembol mekânlarının başında gelmiştir. İstanbul, geçmişten günümüze sahip olduğu bu önemi siyasi, iktisadi ve kültürel gelişmelere elverişli müstesna coğrafi konumuna borçludur. Tarih boyunca defalarca kuşatılmış ve birçok millet tarafından işgal edilmeye çalışılmış olmasına rağmen, 1453 yılında Osmanlı padişahı II. Mehmet tarafından fethedilebilmiş ve bu fetih, yeni bir çağın açılışı kabul edilmiştir. Sadece Osmanlılar, Türkler ve İslam dünyası için değil, Avrupalılar, hatta dünya tarihi bakımından da önemli hâdiselerin dönüm noktası olarak görülen fethin, Osmanlılar ile gayrimüslimler arasındaki ilişkiler açısından da çeşitli sonuçları olmuştur. (M. Şeker, (2005), Anadolu’da Birarada Yaşama Tecrübesi, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s. 121–122.)
İstanbul’un fethini takip eden günlerde Fatih Sultan Mehmet, savaştan sonra saklananların ortaya çıkartılmasını ve herkesin şehirde serbestçe dolaşabilmesi için gerekli tedbirlerin alınmasını istemiştir. Bu çerçevede, fethin ardından şehirden kaçanların geri dönebileceklerini ve hangi dinden olurlarsa olsunlar dinleri ve gelenekleri gereğince yaşamlarını özgürce sürdürebileceklerini ilân etmiştir. Bunun üzerine gizlenenler ve Galata’ya sığınanlar evlerine geri dönmüşlerdir. Esirlerin de İstanbul’a yerleşmelerine imkân sağlanmış ve onlara da evler tahsis edilmiştir. Fatih Sultan Mehmet, şehri yeniden imar faaliyetine girişmiş, cami ve mescit sayısının arttırılması ve Müslüman mahallelerin oluşturulması ile bizzat meşgul olmuştur. Bunun yanında, Hristiyan halkla da ilgilenilmiş ve Hristiyanların kiliselerinden ayakta kalanlar yıkılmamış aksine tamir edilerek ibadete açık kalmalarına izin verilmiştir. Faal olan kiliselere ise dokunulmamış ve Hristiyan halkın kullanımına bırakılmıştır. Ayasofya’nın da içinde bulunduğu şehrin merkezindeki kilise ve manastırlardan birkaç tanesine ise öncelikli ihtiyaçlar için el konulmuştur.
İslamiyet’te, inananlar açısından yeryüzü mescit kabul edilse de bazı mescitler, sahip oldukları dinî-kültürel mirastan dolayı bireysel ve toplumsal hayatta Yüce Allah’a kulluğun ve insanlar arasında kardeşliğin anlam zenginliğinin çok daha derinden hissedildiği müstesna mekânlar olarak hafızalarımıza nakşedilmiştir. Mescid-i Nebi ve Mescid-i Aksa, bunlar arasında hemen aklımıza gelen örneklerdir. Esasen söz konusu mescitler, Müslümanların gönüllerindeki istisnai konumunu kültürel hafızada bıraktıkları derin izlerden alır. Siyer-i Nebi’nin ve peygamberler tarihinin hatıralarıyla yüklü bu kutlu mekânların nesilden nesile aktarılan bir manevi hafıza zincirine eklenen halkalar oluşturduğunda kuşku yoktur. Ulu mescitler, aynı zamanda, İslam medeniyetinin dinî-kültürel mirasını oluşturan anlatıların mayalandığı “merkezî mekân” hüviyetine sahiptir. Hz. Peygamberin (s.a.s.) Hicret’in hemen ardından Mescid-i Nebi’nin etrafında bir medeniyet tasarlaması, mescidin/caminin söz konusu fonksiyonunun ilk örneğini oluşturur. Bu yönüyle cami, Müslümanların dinî meseleler yanında iktisadi, sosyal ve kültürel içerikli hemen her konuyu müzakere ederek karara bağladığı toplayıcı/birleştirici bir konuma sahiptir. Camiye yüklenen bu dinî sosyokültürel fonksiyon, özellikle diasporadaki Müslümanların hayatında hâlâ canlılığını korumaktadır.
II. Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra kiliseden camiye dönüştürdüğü büyük mabet olan Ayasofya da bu tarihten itibaren söz konusu dinî-toplumsal rollere aracılık eden yönüyle merkezî bir mabet statüsüne sahip olmuştur. Ayasofya, bu statüsünü, müzeye dönüştürüldüğü tarihe kadar korumuştur. Müze olarak kullanılmaya başlandığı 1934 yılında ise yeni konumunun beraberinde getirdiği kültürel ve turistik içerikli bir statü ve bu statüye uygun roller üstlenmiştir. 86 yıllık bu dönemde, Ayasofya’nın inşa edildiği tarihten itibaren sahip olduğu dinî ve toplumsal statüsü bir süreliğine askıya alınmıştır. Ancak bu yeni statü, toplumsal muhayyilede kalıcı karşılık bulmamış ve nihayet Ayasofya 10 Temmuz 2020 tarihinde eski statüsüne yeniden kavuşturulmuştur.
Ayasofya, fethin sembolik anlamını asırlarca hafızalarda taşıyan kurucu bir fonksiyona/işleve ev sahipliği yapmıştır. Bilindiği gibi Osmanlı fetih siyasetinde fethedilen beldenin merkezî mabedi ya da mabetleri, sembolik olarak camiye dönüştürülmüştür. Bununla birlikte diğer mabetlerin dinî statüsünde bir değişikliğe gidilmemiş, aksine oralarda halkın ibadetlerini ve inancının gereklerini özgürce yerine getirebilmesinin teminatı bizzat Müslüman yöneticiler tarafından verilmiştir. Esasen İstanbul, tarih boyunca dinî-kültürel çeşitliliği ve farklı inançlara mensup toplulukların barış içinde bir arada yaşama tecrübesi bakımından dünyanın sembol mekânlarının başında gelmiştir. İstanbul, geçmişten günümüze sahip olduğu bu önemi siyasi, iktisadi ve kültürel gelişmelere elverişli müstesna coğrafi konumuna borçludur. Tarih boyunca defalarca kuşatılmış ve birçok millet tarafından işgal edilmeye çalışılmış olmasına rağmen, 1453 yılında Osmanlı padişahı II. Mehmet tarafından fethedilebilmiş ve bu fetih, yeni bir çağın açılışı kabul edilmiştir. Sadece Osmanlılar, Türkler ve İslam dünyası için değil, Avrupalılar, hatta dünya tarihi bakımından da önemli hâdiselerin dönüm noktası olarak görülen fethin, Osmanlılar ile gayrimüslimler arasındaki ilişkiler açısından da çeşitli sonuçları olmuştur. (M. Şeker, (2005), Anadolu’da Birarada Yaşama Tecrübesi, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s. 121–122.)
İstanbul’un fethini takip eden günlerde Fatih Sultan Mehmet, savaştan sonra saklananların ortaya çıkartılmasını ve herkesin şehirde serbestçe dolaşabilmesi için gerekli tedbirlerin alınmasını istemiştir. Bu çerçevede, fethin ardından şehirden kaçanların geri dönebileceklerini ve hangi dinden olurlarsa olsunlar dinleri ve gelenekleri gereğince yaşamlarını özgürce sürdürebileceklerini ilân etmiştir. Bunun üzerine gizlenenler ve Galata’ya sığınanlar evlerine geri dönmüşlerdir. Esirlerin de İstanbul’a yerleşmelerine imkân sağlanmış ve onlara da evler tahsis edilmiştir. Fatih Sultan Mehmet, şehri yeniden imar faaliyetine girişmiş, cami ve mescit sayısının arttırılması ve Müslüman mahallelerin oluşturulması ile bizzat meşgul olmuştur. Bunun yanında, Hristiyan halkla da ilgilenilmiş ve Hristiyanların kiliselerinden ayakta kalanlar yıkılmamış aksine tamir edilerek ibadete açık kalmalarına izin verilmiştir. Faal olan kiliselere ise dokunulmamış ve Hristiyan halkın kullanımına bırakılmıştır. Ayasofya’nın da içinde bulunduğu şehrin merkezindeki kilise ve manastırlardan birkaç tanesine ise öncelikli ihtiyaçlar için el konulmuştur.