Havas Okulu ilmi Genel Makaleler | Esmalar | Vefk & Tılsım | Büyü Fal

Havas ilmi & Gizli ilimler

Havas İlminin Derinliklerine Yolculuk: Kadim Bilgelik ve Gizemli Sırlar

Türk kültüründe kadın ve kadına şiddet

Modaratör

Active member
Son yüzyıl içerisinde mavi kürede yaşayan her toplum, sosyo-kültürel açıdan hızlı bir değişim ve dönüşüm yaşamaktadır. Bu değişim ve dönüşüm sürecinde, cinsiyet değişkeni bakımından- geçmiş yüzyıllarda olduğu gibi- en fazla olumsuz etkilenenlerin başında ne yazık ki kadınlar olduğu anlaşılmaktadır. Gün geçmiyor ki hem ülkemizde hem de tüm dünyada kadına şiddetle ilgili birkaç haber bulunmasın.

Kadına uygulanan şiddet sorununu anlayabilmek ve çözümler arayabilmek için önce insanı anlamak ve tanımak gerekmektedir. Ayrıca tarihsel birer varlık olan kadın ve erkek ilişkilerini tarihsel boyutu ile ele alıp incelemek, konunun daha iyi anlaşılabileceğini düşündürmektedir. Çünkü geçmişi bilmeden geleceği düşünmenin gerek birey açısından gerekse toplum açısından sorun olacağı açıktır. Bu sorunu aşabilmek için kişioğlunun (insanoğlu) yer kürede toplumsal bir varlık olarak görünmesinden bugüne kadar, kadın-erkek ve aile ilişkilerini ve değişmeleri göz önünde bulundurması gerekir. Özellikle, Türk toplumlarındaki tarihsel süreçte kadın-erkek ilişkilerini ele almamız, günümüzde artış gösteren kadına şiddet olgusunu anlamamıza ve çözümler üretmemize katkı sağlayabilir.

Önce “kişi (insan) kime denir, insan nasıl olunur”, sorularına kısaca yanıt aradıktan sonra asıl konumuza dönmeye çalışalım. Arapça / Aramca olan “insan” terimi Türkçeye girmeden önce “kişi” sözcüğü kullanılmış, kişi sözcüğü hem kadın hem de erkek sözcüğünü temsil etmiştir. [1] İnsan teriminin anlamı hakkında farklı rivayetler söz konusu olup, genellikle insanın özelliklerini dikkate alan “nesiy” yani “unutan” sözcüğünden ya da “ürkmek” ten türediği yönünde görüşler mevcuttur. Gerçekte de kişi unutan, ürken (korkan) bir varlıktır. Bu nedenle olsa gerek ki, Divan-ı Lugati’t Türk insanı “yanılan varlık” olarak tanımlamıştır. İnsan için yapılan bu tanım da yine insan gerçekliğinden hareketle yapılmıştır. Çünkü insan, yanılarak gerçekleri açığa çıkaran bir varlıktır. İnsanlık tarihi incelendiğinde, kişioğlunun avcı ve göçebe toplumundan tarım toplumuna, tarım toplumundan da sanayi toplumuna doğru bir değişim süreci yaşadığını, bu değişim sürecinde pek çok yanılma sorunlarını da tecrübe ettiklerini anlıyoruz. İnsan sözcüğünün TDK sözlüğündeki anlamı şu şekilde verilmiştir: “Memelilerden, iki eli olan, iki ayak üzerinde dolaşan, sözle anlaşan, aklı ve düşünme yeteneği olan en gelişmiş canlı.”[2] Latincede insan sözcüğünün karşılığı olarak “homo sapiens” bulunmaktadır. Türkçede kişinin türleri için erkek ve kadın sözcükleri kullanılmaktadır. Kadın kelimesinin “katun-hatun” sözcüğünün harf değişimleri ile oluştuğu anlaşılmaktadır. Kadının sözlükteki anlamı ise “evlenmiş kız” olarak tanımlanmıştır. [3]

Yukarıda geçen tespit ve tanımların tümü incelendiğinde, insan sözcüğünün eskilerin söylemi ile “efradına cami, ağyarına mani” bir tanım yapılamadığı söylenebilir. Çünkü, yapılmış olan kişi (insan) tanımlamalarının (kadın ya da erkeğin) tüm özelliklerini kapsamadığı anlaşılmakta, kişinin daha çok fiziki özellikleri dikkate alınarak yapılmış tanımlamalar olduğu anlaşılmaktadır. Halbuki, kişilerin doğuştan getirdikleri fiziki ve içgüdüsel özellikleri dışında toplumsal yapı içerisinde kültürel etkileşimle oluşan daha pek çok özellikleri söz konusudur ve bu özellikler gerçek insan olma özelliklerini işaret eder. Yani kişi içgüdüsel, toplumsal ve zihinsel özelliklere sahip bir varlıktır.

İçgüdüsel özellikler doğuştan olup beden ile ilgilidir ve öteki canlılarla benzer özellikler gösterir. Toplumsal ve zihinsel özellikler ise temelde bedensel özelliklerle birlikte bulunmakla beraber, kişinin bu özellikleri toplumsal yapı içinde gelişir ve bizim konumuzu da daha çok bu özellikler ilgilendirir. Çünkü insanı diğer canlılardan ayıran bu özellikler olup, insanı insan yapan bu ögelerdir. Ahlak, yasalar, normlar, inançlar, kişiyi kişilikli bir varlık biçimine dönüştürmek için ortaya çıkmışlardır. Demek ki, bir bireyin insan özellikleri taşıyabilmesi için toplumsallaşma sürecinde kişiliğinin gelişmesi gerekir. Toplumdan topluma farklılıklar gösteren özelliklerden bir kısmı, -birkaç yerel küçük (iptidai-ilkel) topluluklar için söz konusu olmasa da- genelde tüm toplumlar için ortak konulardır. Yalan söylememek, hırsızlık yapmamak, şiddet uygulamamak, zina yapmamak, yardımsever olmak, zayıf olanı korumak, kıskanç olmamak, kin tutmamak, öç almamak gibi birtakım kişioğlu özellikleri, tüm toplumları ve insanları ilgilendiren hususiyetlerdir. Bu özelliklere sahip bireyler için,” iyi insan”, “ahlaklı insan”, “kişilikli insan”; milletler için de “iyi millet”, “uygar millet” deriz. Kişioğlunu, yani kadın veya erkek türünü anlayabilmek ve sorunları çözümleyebilmek için bu özelliklerin dikkate alınması önemlidir. Bu nedenle, değişken bir yapı sergileyen kişinin birbirine benzer özellikleri ile birbirlerinden ayrılan özelliklerini doğru bir biçimde çözümlemek gerekmektedir. Bunun için de sosyal psikolojinin tespitlerinden yararlanmanın yanı sıra, tarihsel süreçte kadına verilen değere bakıp incelemelerde bulunmak konunun anlaşılmasına ve şiddetin ortadan kaldırılmasına katkılar sağlayabilir.

Tarihsel verilere bakıldığında, en ilkel topluluklardan en gelişmiş toplumlara kadar, kişinin ve çevresel şartların özellikleri dikkate alınarak, toplumsal bir düzen oluşturulmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. Daha huzurlu ve güvenli bir toplumsal yaşam için, toplum mensupları dönemin bilgi birikiminden de yararlanarak toplumsal değerler silsilesi oluşturmuşlardır. Tarih öncesi dönemlerde kadın ve erkek ilişkileri adına üretilen değerler hakkında yazılı metinler bulunmadığından, arkeolojik çalışmalardan hareketle birtakım yorumlamalarda bulunulmaktadır. Ancak son birkaç bin yüzyıllık süreç içerisinde, kadın ve erkek ilişkileri hakkında birtakım doğru bilgilere ulaşabilmekteyiz. Bu anlayışla, eski Türkler ve eski toplumlarda kadına verilen anlam ve değerler hakkında tarihi kaynaklara bakmak yararlı olacak ve kadına şiddet probleminin çözümüne ilişkin bilgiler sunacaktır.

Halife El-Muktedir döneminde (895-932), Orta Asya toplumlarına İslam’ı tebliğ etmekle görevlendirilen 35-40 kişilik heyetin içinde divan kâtipliğini yapan İbn Fazlan, Harezmler, Ruslar ve Türkler arasında bulunmuştur. İbn Fazlan notlarında dönemin Rus toplumu için şu tespitleri yapmıştır: “Ticaret için Etil nehri kıyısındaki çarşıya gelen Rusları gördüm. Onlardan daha boylu poslu insanlar görmemiştim. Her biri birer hurma ağacı gibi yüksek, sarışın ve gürbüz insanlar. Ne hırka ne de kaftan giyerler. Erkekleri vücutlarının bir kısmını tamamıyla örten ve ellerinden biri dışarıda kalan bir çeşit elbise giyerler. Her biri yanında bir balta, bir kılıç ve bir bıçak taşır. Tırnaklarının ucundan boyunlarına kadar bütün vücutları ağaç yeşili dövmelerle ve diğer şekillerle doludur. Ruslar, Allah’ın en pis mahluklarıdır. Büyük ve küçük abdestten sonra temizlenmezler. Her gün bir defa yüzlerini ve başlarını en pis su ile yıkamak adettir. Reislerinden biri ölünce onun ailesi ve cariyelerine, kölelerine, “Onunla hanginiz ölmek ister?” diye sorarlar. İçlerinden biri “ben” der. O, bunu söyleyince artık vazgeçmesi imkânsızdır. Vazgeçmek istese de bırakmazlar.”

İbn Fazlan, bundan sonra “ben” diyen cariyenin birtakım törensel uygulamalar yapıldıktan sonra diri olarak efendisi ile birlikte yakılışından söz eder. [4] İbn Fazlan, seyahatnamesinde Türk boylarından Başgırtları, Peçenekleri, Oğuzları tanımış, onlar hakkında da birtakım gözlemlerde bulunmuştur. Bu boylar arasında kadına bakışta birtakım farklılıklar olduğunu belirtmekle birlikte, Oğuz boyunda kadınların yerli ve yabancılardan kaçmadıklarını, kadın vücudunu insanlardan gizlemediklerini, ancak zina diye bir şey bilmediklerinden söz ettiği görülmektedir. [5] J.Paul Roux da, Orta Asya Tarih ve Uygarlık adlı kitabında, Türk kültüründe kadının yeri hakkında şu tespitlerde bulunur: “Kadın, insan hak ve özgürlükleri sınırları içinde özgürlüklerinden yararlanır: Kadının yurt içinde belli bir yeri vardır ve o da bunun bilincindedir. Kadın için kendini övmek bir utançtır. Dede Korkut’ta, kadın kendini överek adam olmaz ama güzel düşünür güzel konuşur, kocasına iyi öğütlerde bulunur, kocası da onu dinler.”[6] Yine aynı kaynak Türk kadınları için şöyle demektedir: “Genç kızlar erkeklerle rekabet ederler, onlarla dövüşüp güreşmekten hiç çekinmezler. Genç kızların iffetine saygı duyulur, evli kadınların iffeti zina ve aldatma gibi konularda katı kurallarla korunurdu. Erdemli bir Müslüman olan İbn Batuta, hala Türklerde kadınların erkeklerden daha üstün konumda olmalarından şikayet etmektedir.” [7]

İbn Fazlan, J. Paul Roux ve İbn Batuta’nın yukarıda geçen söylemlerinden anlaşılacağı gibi, eski Türklerde kadının konumu diğer toplumlardan farklılıklar göstermektedir. Örneğin konu ilgili olarak geçmiş yüzyıllarda farklı toplumlarda kadın anlayışlarını yansıtan tespitlere bakıldığında, Çinliler de kadına ve kız çocuklarına ad verilmediği, erkeğin iyiliği “yang”, kadının kötülüğü “yenyin” temsil ettiğini, kız çocuklarının adlarına rakamsal ifadeler vererek bir, iki, üç gibi sayılarla çağırdıklarını, yine aynı kaynaklar, kadının çocukları ve kocası ile aynı sofraya oturamadıklarını belirtmektedirler. [8] Aynı anlayışın Perslerde de (Fars) bulunduğunu kaynaklar belirtmektedirler. Cahiliye döneminde Arap milletinde ise daha dünyaya gözlerini açmadan kız çocuklarının öldürüldükleri ve diri olarak toprağa gömüldükleri kaynaklarda yer almaktadır. [9] Yine tarih araştırmaları -yakın zamanlara kadar- İngiliz toplumunda erkeğin karısının boynuna, koluna ya da beline yular taktıktan sonra halka açık bir yerde yüksek fiyatı verene sattıklarını ifade etmektedirler. [10] Aynı biçimde Greklerin (Yunanlar) kadını, tıpkı bir eşya gibi alıp sattıklarını ve miras olarak değerlendirdiklerini yazmaktadırlar. [11]
 
Üst