Tüm canlı varlıkların her birinin kendilerine özgü değerleri olmakla beraber, tüm bu canlı varlıklar içerisinde insanın ayrı bir değeri ve yeri söz konusudur. Toplumlarda gerek ruhsal gerekse fiziksel sorunları olan bireyler görülebilmektedir. Bu sorunlar doğuştan olabileceği gibi sağlıklı bir biçimde dünyaya gelen birey, ilerleyen zaman dilimlerinde yaşadığı bir olay nedeniyle engelli bir insan haline gelebilmektedir. Çevremize baktığımızda bunun pek çok örneğini görmek mümkündür. Bir milyardan fazla insanın veya dünya nüfusunun (2010 dünya nüfus tahminlerine göre) yaklaşık %15’ inin bir tür engellilik ile yaşadığı tahmin edilmekte, bu ise Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) 1970’lerde yaklaşık %10 olduğunu ileri sürdüğü önceki tahminden yüksek bulunmaktadır.[1] Ülkemizde ise, Devlet İstatistik Kurumunun verilerine göre %12 oranında engelli bulunmaktadır.[2] Bu tespitler, toplumlar için engelli kavramının önemini göstermektedir.
Bir veya birden fazla herhangi bir organın işlevsiz hale geldiği birey için, yaşam koşullarının ne kadar güçleşebileceği ortada olup, sağlıklı bir toplumdan söz edebilmek için, toplum üyelerinin sorunlarına eşit bir biçimde yaklaşabilmek önemli görünmektedir. Zira engelli bir insanın sorunları yalnızca kendini değil, başta ailesi olmak üzere tüm toplumu ve insanlığı ilgilendirmektedir. İster zihinsel isterse fiziksel engelli bireylerin, gelişen teknolojinin katkıları ile eğitim fırsatlarından yararlandırılmaları gerekir. Bunun için de eğitim, iktisat, din ve siyaset gibi toplumsal kurumların verilerini dikkate alarak, engellilerin sorunlarına çözümler bulmak tüm insanlığın sorumluluğu altındadır. Gelişmiş, çağdaş bir toplumdan söz edebilmek için, engelli insanların sorunlarını çözmeye çalışmak ya da çözmüş olmak o toplumun gelişmişlik düzeyi ile yakından ilişkili görünmektedir. Söz konusu gelişme sağlanabildiğinde, toplum, engelliler tarafından kazanılmış olacaktır. Bugün tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de, engellilere ilişkin -yeterli olmamakla birlikte- bilimsel ve alt yapı ile ilgili çalışmalar yapıldığı memnuniyetle görülmektedir. Ancak konu ile ilgili bir takım yasalar, düzenlemeler ve etkinlikler yapılsa da, tüm toplum katmanları engelli bireylere ilişkin, özellikle aileden başlayarak eğitim-öğretim kurumlarının sorunun çözümüne dair hazır olmaları gerekliliği göz ardı edilmemelidir. Çünkü toplumsal yapı ile toplum üyelerinin sosyalleşmesi arasında yakın ilişkiler söz konusudur. Bu çerçeveden bakıldığında klasik bir söylemi tersinden okumak daha anlamlı gibi görünmektedir: “Engelli bireyleri topluma kazandırmak değil”, “toplumu engellilere kazandırmak” gerekmektedir. Bütün bu nedenlerle, engelli bireylerin eğitimine ve sorunlarının aşılmasına yönelik tüm toplum üyelerinin sorumlulukları vardır. Engelli kavramı ve sorunlarının çözümlenmesine ilişkin konuları ele almadan önce, engelliler sorununun tarihsel ve günümüzdeki boyutuna kısaca bakmak uygun olacaktır.
Tarih araştırmaları, engelli olgusunun insanlığın tarihi kadar eski olduğunu işaret etmektedir. Kimi zamanlar engellilere bakışta bir kısım farklılıklar görülse de, kaynaklar eski dönemlerde engellilerin toplumsal yaşamdan dışlandıklarını ifade etmektedirler. Yapılan bilimsel araştırmalar, Sümerlerin (M.Ö. 3500) engellilere olumlu yaklaştıklarını, çeşitli kurumlarda iş verdiklerini kaydetmektedirler. Bu dönemde engelliler cezalandırılmamış, engellilerin Tanrı’nın kötü bir gününde bu duruma geldiklerine inanmışlardır. Yine M.Ö. 12. Yüzyıl’da Mısır’da okul ders kitaplarında, körle alay edilmemesi, felçli insanların durumunu zorlaştırmama, Tanrı’nın yarattığı zekâ özürlerini hoş görme ile ilgili kayıtlara rastlanılmıştır.[3] Tarihi kaynaklarda, Antik Ege uygarlığında engellilere ilişkin olumlu ve olumsuz yaklaşımların oluşundan söz edilirken, Platon’un (Eflatun M.Ö.428-357) Devlet adlı kitabında, hastaların, engellilerin toplumsal düzeni bozduklarını, toplumun üstün vasıflı insanlar tarafından yönetilmelerinin gerekliliği üzerinde durduğu görülür.[4] Yine Aristo’nun Varlıklar Zinciri Kuramına göre, varlığın en üstünde Tanrı, en altında şeytan, ara kısımlarda ise melekler, insanlar, hayvanlar ve bunların altında da engelliler sıralanmıştır. Bu yaklaşım, bize bu dönemlerde engellilerin toplumdan dışlandıklarını, ötekileştirildiklerini işaret etmektedir. Ortaçağ’ın sonu Yeni Çağ’ın başlangıcında da engellilere bakışta değişiklik olmadığı anlaşılmaktadır. Ortaçağ Avrupa toplumlarında engelli doğan çocukların anneleri günahkâr olarak değerlendirilmiş ve cezalandırılmışlardır. Örneğin Martin Luther, engelli bebeklerin bedenlerine reankarnasyon yolu ile şeytanın girdiğini ve engelli bebeğin öldürülmesinin caiz olacağını söylemiştir. Amerika kıtasında da engellilere yönelik benzer yaklaşımların olduğu anlaşılmaktadır. Aztekler’de engelliler tanrılar için kurban edilmişler, ancak İnkalar’da engellilerin bazı haklara sahip oldukları tespit edilmiştir. Yine Amerika Birleşik Devletlerinin ilk yıllarında engelliler, toplumdan uzak yerlere toplanarak kent yaşamından dışlanmışlar, hatta İndiana eyaletinde zihinsel engellilerin kısırlaştırılması yönünde yasa çıkartılmış, bu yasayı diğer eyaletlerde kabul ederek 30 bin engelli insan kısırlaştırılmıştır.[5]
Tarihi kaynaklar, Asya kıtasında yaşamakta olan toplumların da engellilere bakışlarında fazlaca bir farklılık olmadığını kaydetmektedirler. Ancak İslâmiyet’in benimsenmesi ile birlikte Müslüman toplumların engellilere bakışlarında değişimler olduğu anlaşılmaktadır. 10. Yüzyıl’da Abbasi Halifesi tarafından Türklere İslâm’ı tanıtmaları için gönderilen ve heyetin divan kâtipliğini yapan İbn Fazlan, Seyahatnamesinde (Er-Rıhle) Asya toplumlarından Ruslar ve İslâm öncesi Türk boyları hakkında oldukça ilginç tespitlerde bulunur.[6] Ancak Seyahatname’de engellilere ilişkin olumlu ya da olumsuz bir bilgiye rastlanmaz. İslam sonrası Türk toplumlarında ise özellikle Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde engellilere ve yoksullara yönelik bir takım önemli düzenlemelerin olduğu bilinmektedir. Gerçekte İslâm öncesi Türk toplumlarında da insana ve dolayısı ile engellilere ilişkin olumlu yaklaşımların bazı işaretleri görülebilmektedir. Örneğin Kültigin kitabesinde “Tanrı öyle buyurduğu için, bahtım, talihim olduğu için, ölecek halkı diriltip doyurdum. Çıplak halkı giyimli kıldım, yoksul halkı varlıklı kıldım, az halkı çok kıldım.”[7] ifadeleri geçmektedir. Bu ifadeler, İslâm öncesi Türk toplumlarında yoksula, zayıfa verilen önemi göstermektedir. Nitekim Türklerin henüz İslâm’ı benimsedikleri dönemlere yakın bir zamanda yazılmış olan Yusuf Has Hacip’in “Kutadgu Bilig” adlı eserinde insana verilen önem dikkatleri çekebilmektedir. Yusuf Has Hacip, eserinde insan olabilmenin pek çok şartları olduğunu, bunların başında merhamet, vefa, cömertlik gibi duyguların olgunlaştırılıp geliştirilmesinin gerekliliğini vurgular ve seçkin bir insanın başkalarının iyiliğini isteyen insan olduğunu belirtir.[8] Yunus Emre de bir şiirinde, “Bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil, yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil” ayrıca “Benim karıncaya bile ali nazarım vardır” ifadeleriyle canlılara, insana verdiği değeri gösterir ki, bu anlayış elbette engelliler için de geçerlidir.
Tarihi kaynakların bize sunduğu bulgulardan anlaşıldığı kadarı ile engelli olgusuna ilk çağlardan başlayarak günümüze kadar olan süreçte farklı anlayış ve yaklaşımlar görülse de, genelde toplumların engelli olgusuna olumlu yaklaşmadıkları anlaşılmaktadır. Kimi toplumlarda engelli olmak bir suç ve bir günahın karşılığı olarak algılanmıştır. İnsanın insana yaptığı bu muamelenin insanlık dışı olduğunun anlaşılması için, engellilerin yüzyılları beklemesini gerektirmiştir. Engelli olgusuna evrensel boyutta olumlu bakışın yakın zamanlara denk geldiği görülmektedir. Bu da bize toplumsal değişimle ilgili olarak toplumların olguları anlama ve yorumlama arasındaki yakın ilişkiyi işaret etmektedir. Bu ise, genel bir bakışla göçebe, yarı göçebe, tarım toplumu, sanayi toplumu ve bilgi toplumunda insan ve engelli insan algılamalarının farklılaştığını ya da farklılaşmaya başladığını göstermektedir. Farklı bir deyişle, toplumların engelli olgusuna bakışlarının tarihi süreç içerisinde farklılaşarak, günümüz toplumlarında daha olumlu bir yöne doğru evirildiğini görmekteyiz.
Bir veya birden fazla herhangi bir organın işlevsiz hale geldiği birey için, yaşam koşullarının ne kadar güçleşebileceği ortada olup, sağlıklı bir toplumdan söz edebilmek için, toplum üyelerinin sorunlarına eşit bir biçimde yaklaşabilmek önemli görünmektedir. Zira engelli bir insanın sorunları yalnızca kendini değil, başta ailesi olmak üzere tüm toplumu ve insanlığı ilgilendirmektedir. İster zihinsel isterse fiziksel engelli bireylerin, gelişen teknolojinin katkıları ile eğitim fırsatlarından yararlandırılmaları gerekir. Bunun için de eğitim, iktisat, din ve siyaset gibi toplumsal kurumların verilerini dikkate alarak, engellilerin sorunlarına çözümler bulmak tüm insanlığın sorumluluğu altındadır. Gelişmiş, çağdaş bir toplumdan söz edebilmek için, engelli insanların sorunlarını çözmeye çalışmak ya da çözmüş olmak o toplumun gelişmişlik düzeyi ile yakından ilişkili görünmektedir. Söz konusu gelişme sağlanabildiğinde, toplum, engelliler tarafından kazanılmış olacaktır. Bugün tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de, engellilere ilişkin -yeterli olmamakla birlikte- bilimsel ve alt yapı ile ilgili çalışmalar yapıldığı memnuniyetle görülmektedir. Ancak konu ile ilgili bir takım yasalar, düzenlemeler ve etkinlikler yapılsa da, tüm toplum katmanları engelli bireylere ilişkin, özellikle aileden başlayarak eğitim-öğretim kurumlarının sorunun çözümüne dair hazır olmaları gerekliliği göz ardı edilmemelidir. Çünkü toplumsal yapı ile toplum üyelerinin sosyalleşmesi arasında yakın ilişkiler söz konusudur. Bu çerçeveden bakıldığında klasik bir söylemi tersinden okumak daha anlamlı gibi görünmektedir: “Engelli bireyleri topluma kazandırmak değil”, “toplumu engellilere kazandırmak” gerekmektedir. Bütün bu nedenlerle, engelli bireylerin eğitimine ve sorunlarının aşılmasına yönelik tüm toplum üyelerinin sorumlulukları vardır. Engelli kavramı ve sorunlarının çözümlenmesine ilişkin konuları ele almadan önce, engelliler sorununun tarihsel ve günümüzdeki boyutuna kısaca bakmak uygun olacaktır.
Tarih araştırmaları, engelli olgusunun insanlığın tarihi kadar eski olduğunu işaret etmektedir. Kimi zamanlar engellilere bakışta bir kısım farklılıklar görülse de, kaynaklar eski dönemlerde engellilerin toplumsal yaşamdan dışlandıklarını ifade etmektedirler. Yapılan bilimsel araştırmalar, Sümerlerin (M.Ö. 3500) engellilere olumlu yaklaştıklarını, çeşitli kurumlarda iş verdiklerini kaydetmektedirler. Bu dönemde engelliler cezalandırılmamış, engellilerin Tanrı’nın kötü bir gününde bu duruma geldiklerine inanmışlardır. Yine M.Ö. 12. Yüzyıl’da Mısır’da okul ders kitaplarında, körle alay edilmemesi, felçli insanların durumunu zorlaştırmama, Tanrı’nın yarattığı zekâ özürlerini hoş görme ile ilgili kayıtlara rastlanılmıştır.[3] Tarihi kaynaklarda, Antik Ege uygarlığında engellilere ilişkin olumlu ve olumsuz yaklaşımların oluşundan söz edilirken, Platon’un (Eflatun M.Ö.428-357) Devlet adlı kitabında, hastaların, engellilerin toplumsal düzeni bozduklarını, toplumun üstün vasıflı insanlar tarafından yönetilmelerinin gerekliliği üzerinde durduğu görülür.[4] Yine Aristo’nun Varlıklar Zinciri Kuramına göre, varlığın en üstünde Tanrı, en altında şeytan, ara kısımlarda ise melekler, insanlar, hayvanlar ve bunların altında da engelliler sıralanmıştır. Bu yaklaşım, bize bu dönemlerde engellilerin toplumdan dışlandıklarını, ötekileştirildiklerini işaret etmektedir. Ortaçağ’ın sonu Yeni Çağ’ın başlangıcında da engellilere bakışta değişiklik olmadığı anlaşılmaktadır. Ortaçağ Avrupa toplumlarında engelli doğan çocukların anneleri günahkâr olarak değerlendirilmiş ve cezalandırılmışlardır. Örneğin Martin Luther, engelli bebeklerin bedenlerine reankarnasyon yolu ile şeytanın girdiğini ve engelli bebeğin öldürülmesinin caiz olacağını söylemiştir. Amerika kıtasında da engellilere yönelik benzer yaklaşımların olduğu anlaşılmaktadır. Aztekler’de engelliler tanrılar için kurban edilmişler, ancak İnkalar’da engellilerin bazı haklara sahip oldukları tespit edilmiştir. Yine Amerika Birleşik Devletlerinin ilk yıllarında engelliler, toplumdan uzak yerlere toplanarak kent yaşamından dışlanmışlar, hatta İndiana eyaletinde zihinsel engellilerin kısırlaştırılması yönünde yasa çıkartılmış, bu yasayı diğer eyaletlerde kabul ederek 30 bin engelli insan kısırlaştırılmıştır.[5]
Tarihi kaynaklar, Asya kıtasında yaşamakta olan toplumların da engellilere bakışlarında fazlaca bir farklılık olmadığını kaydetmektedirler. Ancak İslâmiyet’in benimsenmesi ile birlikte Müslüman toplumların engellilere bakışlarında değişimler olduğu anlaşılmaktadır. 10. Yüzyıl’da Abbasi Halifesi tarafından Türklere İslâm’ı tanıtmaları için gönderilen ve heyetin divan kâtipliğini yapan İbn Fazlan, Seyahatnamesinde (Er-Rıhle) Asya toplumlarından Ruslar ve İslâm öncesi Türk boyları hakkında oldukça ilginç tespitlerde bulunur.[6] Ancak Seyahatname’de engellilere ilişkin olumlu ya da olumsuz bir bilgiye rastlanmaz. İslam sonrası Türk toplumlarında ise özellikle Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde engellilere ve yoksullara yönelik bir takım önemli düzenlemelerin olduğu bilinmektedir. Gerçekte İslâm öncesi Türk toplumlarında da insana ve dolayısı ile engellilere ilişkin olumlu yaklaşımların bazı işaretleri görülebilmektedir. Örneğin Kültigin kitabesinde “Tanrı öyle buyurduğu için, bahtım, talihim olduğu için, ölecek halkı diriltip doyurdum. Çıplak halkı giyimli kıldım, yoksul halkı varlıklı kıldım, az halkı çok kıldım.”[7] ifadeleri geçmektedir. Bu ifadeler, İslâm öncesi Türk toplumlarında yoksula, zayıfa verilen önemi göstermektedir. Nitekim Türklerin henüz İslâm’ı benimsedikleri dönemlere yakın bir zamanda yazılmış olan Yusuf Has Hacip’in “Kutadgu Bilig” adlı eserinde insana verilen önem dikkatleri çekebilmektedir. Yusuf Has Hacip, eserinde insan olabilmenin pek çok şartları olduğunu, bunların başında merhamet, vefa, cömertlik gibi duyguların olgunlaştırılıp geliştirilmesinin gerekliliğini vurgular ve seçkin bir insanın başkalarının iyiliğini isteyen insan olduğunu belirtir.[8] Yunus Emre de bir şiirinde, “Bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil, yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil” ayrıca “Benim karıncaya bile ali nazarım vardır” ifadeleriyle canlılara, insana verdiği değeri gösterir ki, bu anlayış elbette engelliler için de geçerlidir.
Tarihi kaynakların bize sunduğu bulgulardan anlaşıldığı kadarı ile engelli olgusuna ilk çağlardan başlayarak günümüze kadar olan süreçte farklı anlayış ve yaklaşımlar görülse de, genelde toplumların engelli olgusuna olumlu yaklaşmadıkları anlaşılmaktadır. Kimi toplumlarda engelli olmak bir suç ve bir günahın karşılığı olarak algılanmıştır. İnsanın insana yaptığı bu muamelenin insanlık dışı olduğunun anlaşılması için, engellilerin yüzyılları beklemesini gerektirmiştir. Engelli olgusuna evrensel boyutta olumlu bakışın yakın zamanlara denk geldiği görülmektedir. Bu da bize toplumsal değişimle ilgili olarak toplumların olguları anlama ve yorumlama arasındaki yakın ilişkiyi işaret etmektedir. Bu ise, genel bir bakışla göçebe, yarı göçebe, tarım toplumu, sanayi toplumu ve bilgi toplumunda insan ve engelli insan algılamalarının farklılaştığını ya da farklılaşmaya başladığını göstermektedir. Farklı bir deyişle, toplumların engelli olgusuna bakışlarının tarihi süreç içerisinde farklılaşarak, günümüz toplumlarında daha olumlu bir yöne doğru evirildiğini görmekteyiz.