"Dünyâ, bir imtihân mekânı olduğundan, insanların iyiliğe de kötülüğe de meyil ve istîdâdı vardır. Bu istîdâdların hangisi teşvîk, tahrîk ve takviye olunup inkişâf ettirilirse, insan şahsiyeti ona göre bir hüviyet kazanır.
Bir kimsenin, hiç de mecbûr olmadığı hâlde, karşısındakine bir bardak su ikrâm etmesi, bir teşekkür borcu doğurur ki, bu da insânî ve vicdânî bir vecîbe kabûl edilir. Aslında bu ölçü, bize Cenâb-ı Hakk’ın sayısız nîmetleri karşısında nasıl bir minnettarlık ve şükür hissi içinde yaşamamız gerektiğini hatırlatır. Hâl böyleyken, bir insanın, fıtratında bulunan cehâlet, şehvet, kibir, gurur, hırs, cimrilik, hased, israf ve öfke gibi mezmum sıfatlara temâyül ederek, kısaca nefse tâbî olarak ilâhî nîmetler karşısında nankörlük etmesi, onun sâhib olduğu fıtrî şerefe gölge düşüren büyük bir aldanıştır.
İnsanoğlu, nefsânî arzularına mağlûb olduğu ve îmânın feyz parıltılarını kaybettiği zaman günâha meyleder. Vicdanlarda ahlâkî destek azalınca, ince düşünüş ve rûhî derinlik de kaybolur. İstikâmet sâhibi olma yolunda ciddî bir zaaf ortaya çıkar. Günahlar, tatlı bir mûsikî gibi nefslere hoş gelir ve âdeta vebâlinin ağırlığı hissedilmeden işlenebilir.
İnsanın dünyâya gâfilâne temâyülü neticesinde işlediği günahlar, onun insanlık şeref ve haysiyetini de zedeler. Bu durum, rûhların günah karanlığı ile kirletilmesine sebep olur.
Hâlbuki insanoğlu, mâsumluğunun saf râyihası içinde doğar ve cihâna tertemiz olarak gelir. Din de bu fıtrî temizliği korumak için Allâh tarafından insana verilen bir lutuf ve merhamet tecellîsidir. Dolayısıyla kul, bu iki sâik sâyesinde gaflet perdelerini aralayabilirse, işlediği cürmün ağırlığını vicdânında hisseder. Onun iç âleminde saklı bulunan fazîlet hisleri uyanır. Kalbi büyük bir nedâmetle için için yanar ve ılık gözyaşlarıyla Rabbine gönlünü açar. İşte bu yanış ve pişmanlık “tevbe”dir. Ardından af dilemek için Rabbe açılan ellerin sâikı olan kalblerden taşan niyâzlar da “istiğfâr”dır.
***
Allâh -celle celâlühû-, kulun nedâmetinden, tevbesinden, istiğfârından hoşlanır. Çünkü O, “Rahmân” ve “Rahîm” (Rahmân, mübâlağa sîğası olup “rahmeti bol olan” demektir. Rahîm ise istimrar ifâde ederek “rahmet eden ve rahmetini mahlûkâtına ulaştıran” demektir.) esmâsının sâhibidir ve:
إِنَّ اللهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ
“…Şunu iyi bilin ki, Allâh, çokça tevbe edenleri ve çok çok temizlenenleri sever.” (el-Bakara, 222) buyurmuştur.
Allâh Teâlâ’nın kullarına olan şefkat ve merhameti, bir annenin yavrusuna olan merhametinden hiç şüphesiz çok daha fazladır. O, kullarına gazab etmek istemez. Lâkin kul, nankörlükte ve zulümde ısrar ederse, cezâyı hak etmiş olur. O’nun Rahmân ve Rahîm esmâsının muktezâsı olarak rahmeti, gazabından çok daha fazladır. Nitekim şu hadîs-i şerifte kulların tevbe ve istiğfârı karşısında Allâh Teâlâ’nın rızâsı ve memnûniyeti ne güzel dile getirilmiştir:
“Herhangi birinizin tevbe etmesinden dolayı Allâh Teâlâ’nın duyduğu hoşnutluk, ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, arayıp taramaları netice vermeyince deveyi bulma ümidini büsbütün kaybederek bir ağacın gölgesine uzanıp yatan, derken yanına devesinin geldiğini görerek yularına yapışan ve aşırı derecede sevincinden ne söylediğinin farkında olmayarak şaşkınlıkla:
«–Allâh’ım! Sen benim kulumsun; ben de senin rabbinim.» diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.” (Müslim, Tevbe, 7; Tirmizî, Kıyâmet, 49)
O’nun rahmeti her şeyi ihâta etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak;
وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ
“…Rahmetim her şeyi kuşatmıştır…” (el-A’râf, 156) buyurarak kullarına olan merhametinin enginliğini beyân etmiştir. Bu hakîkati ifâde etmek üzere Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bir hadîs-i kudsîde Allâh Teâlâ’nın:
“Rahmetim gerçekten gazâbımı geçmiştir!” buyurduğunu bildirir. (Buhârî, Tevhîd, 15)
Bundan dolayı bütün peygamberler, ümmetlerini dâimâ tevbe ve istiğfâra dâvet etmişlerdir.
Peygamberler dışında hiçbir insan, beşerî husûsiyetleri itibâriyle mâsum değildir; az veya çok günah işlemekle karşı karşıyadır. Bundan dolayı, Kur’ân-ı Kerîm’de günahlardan arınmanın bir ifâdesi olan “Tevbe” isminde müstakil bir sûre mevcuttur. “Tevbe” kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de seksen küsur yerde geçer. Yine Allâh Teâlâ’nın günahları bağışlayacağını ifâde eden yüzlerce kelimenin yanısıra özellikle “Gafûr” ism-i şerîfi doksan iki defâ, “Gaffâr” ism-i şerîfi beş yerde tekrarlanmakta, “Gâfir” ism-i şerîf de bir defa zikredilmektedir. Bütün bunlar tevbenin ehemmiyetini ve Cenâb-ı Hak tarafından kabul edileceğini göstermekle birlikte kulları tevbe ve istiğfara teşvîk etmektedir.
Kulun, günâhının hattâ gafletinin suç olduğunu bilmesi bir irfân, Rabbinden af dilemesi de bir vicdân borcudur. Günâhın bir suç olduğunu bilememe ve ondan dönmenin lüzûmunu idrâk edememe gafleti, -Allâh muhâfaza buyursun- kalbin iflâsı ve cehennem yolculuğunun alâmetidir. Allâh Teâlâ böyleleri hakkında şu acıklı tehditte bulunmaktadır:
وَمَنْ لَمْ يَتُبْ فَأُولئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
“...Kim ki tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir!” (el-Hucurât, 11)
Hadîs-i şerîfte:
“Yapılan günahlardan pişmanlık, tevbedir. Günahlarına tevbe eden kimse sanki o günâhı işlememiş gibi olur.” (İbn-i Mâce, Zühd, 30/4252; es-Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 161) buyrulmuştur.
Kul bir hatâ işlediği zaman Allâh’ın affedeceğine mağrur olarak (aldanarak) gecikmemeli, hemen tevbe ipine sarılmalıdır. Zîrâ âyet-i kerîmede tevbenin kabûlü için acele etmek gerektiği şöyle bildirilmektedir:
إِنَّمَا التَّوْبَةُ عَلَى اللهِ لِلَّذِينَ يَعْمَلُونَ السُّوءَ بِجَهَالَةٍ ثُمَّ يَتُوبُونَ مِنْ قَرِيبٍ فَأُولـئِكَ يَتُوبُ اللهُ عَلَيْهِمْ وَكَانَ اللهُ عَلِيماً حَكِيماً
“Allâh katında makbûl olan tevbe ancak o kimselerin tevbesidir ki, onlar bilmeyerek günah işlerler, sonra da çok geçmeden tevbe ederler. Allâh, Alîm (hakkıyla bilen)dir, Hakîm (her işi hikmetli ve sağlam olan)’dır.” (en-Nisâ, 17)
Şeytana aldanarak tevbeyi geciktirenlerin ise hazin âkıbetini şöyle haber vermektedir:
وَلَيْسَتِ التَّوْبَةُ لِلَّذِينَ يَعْمَلُونَ السَّيِّئَاتِ حَتَّى إِذَا حَضَرَ أَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ إِنِّي تُبْتُ اْلآنَ وَلاَ الَّذِينَ يَمُوتُونَ وَهُمْ كُفَّارٌ أُولـئِكَ أَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا
“Yoksa o günahları işleyip de nihâyet onlardan birine ölüm gelince: «Şüphesiz ben şimdi tevbe ettim.» diyenlerin tevbesi (makbûl bir tevbe) değildir; kâfir kimseler olarak ölenlerinki de makbûl değildir. İşte onlar yok mu, kendileri için pek elem verici bir azap hazırladık.” (en-Nisâ, 18)
Bâzı âlimlerimiz, âyet-i kerîmedeki bu ilâhî îkâz ve tehditten kurtulmanın yolunu göstererek:
“Ölüm gelmeden evvel tevbe etmekte acele ediniz!” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 65) demişlerdir.
Ayrıca tevbenin kabûlü için, yalnız dilin “estağfirullâh” demesi, kâfî değildir. Bununla birlikte kalbî bir titreyiş ve aynı hatâyı tekrar etmemeye azmetmek zarûrîdir.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- tevbede lüzûmlu olan hâlet-i rûhiyeyi şu şekilde ifâde eder:
“Nedâmet ateşiyle dolu bir gönülle ve nemli gözlerle tevbe et! Zîrâ çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar!”
Tevbe ve istiğfâr, ferd ve milletleri selâmete götürür. Gelecek belâ ve musîbetleri izâle eder. Şu hadîs-i şerîf, mü’minlerin davranışlarını tanzîmde büyük bir ehemmiyet arz eder:
“Bir mü’min, Allâh’ın azâbının şiddetini bilse idi, cennetten ümîdini keserdi! Kâfirler de, Allâh’ın merhametinin ne (kadar geniş) olduğunu bilselerdi, cennete girmeyi ümîd ederlerdi!” (Müslim, Tevbe, 23)
Bu bakımdan her bir mü’min, “havf ve recâ”; yâni “korku ile ümîd” arasında yaşamalı; “Cehenneme sâdece bir kişi girecek!” deseler, “Acabâ ben miyim?” korkusu içinde, “Cennete sâdece bir kişi girecek!” deseler, yine “Acabâ o ben miyim?” ümîdi içinde olmalıdır.
Korkuda kademeleşme olduğu gibi muhabbette de bir kademeleşme söz konusudur. Günahkâr kimseler Allâh’ın azâbından korktukları hâlde ehlullâh, gönüllerinin mahbûbu Cenâb-ı Hakk’ı incitmekten ve sevgisinden mahrum kalmaktan korkarlar.
Unutulmamalıdır ki peygamberler dahî zelle işlemiş, onun ıztırâbı ile tevbe ve istiğfâr içinde yaşamış, böylece kendilerine beşerî acziyet tattırılmıştır. Çünkü mutlak üstünlük ancak Allâh’a âittir. Acziyetten müstesnâ ve münezzeh olan yalnızca O’dur.
İlk tevbe eden peygamber Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dır. Havvâ vâlidemizle beraber yaptıkları şu tevbe meşhûrdur:
رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنْفُسَنَا وَإِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
“…Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlakâ ziyân edenlerden oluruz.” (el-A’râf, 23)
Bu duâ, kendilerinden sonra kıyâmete kadar gelecek evlâdlarına en güzel bir istiğfâr nümûnesidir.
Cenâb-ı Hak, merhameti sebebiyle kullarını tevbe ve istiğfâra dâvet eden ve böylece onları bağışlayacağını müjdeleyen âyetlerinde şöyle buyurmaktadır:
إِلاَّ مَنْ تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ عَمَلاً صَالِحاً فَأُولئِكَ يُبَدِّلُ اللهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ وَكَانَ اللهُ غَفُوراً رَحِيماً. وَمَنْ تَابَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَإِنَّهُ يَتُوبُ إِلَى اللهِ مَتَابًا
“Ancak (yaptığı kötülüklerden) vazgeçip îmân ederek sâlih ameller işleyenler var ya, işte Allâh onların kötülüklerini iyiliklere (günahlarını sevaplara) çevirir. Allâh çok bağışlayıcı, engin merhamet sâhibidir. Kim tevbe edip amel-i sâlih işlerse, şüphesiz o, tevbesi kabûl edilmiş olarak Allâh’a döner.” (el-Furkân, 70-71)
Bir kimsenin, hiç de mecbûr olmadığı hâlde, karşısındakine bir bardak su ikrâm etmesi, bir teşekkür borcu doğurur ki, bu da insânî ve vicdânî bir vecîbe kabûl edilir. Aslında bu ölçü, bize Cenâb-ı Hakk’ın sayısız nîmetleri karşısında nasıl bir minnettarlık ve şükür hissi içinde yaşamamız gerektiğini hatırlatır. Hâl böyleyken, bir insanın, fıtratında bulunan cehâlet, şehvet, kibir, gurur, hırs, cimrilik, hased, israf ve öfke gibi mezmum sıfatlara temâyül ederek, kısaca nefse tâbî olarak ilâhî nîmetler karşısında nankörlük etmesi, onun sâhib olduğu fıtrî şerefe gölge düşüren büyük bir aldanıştır.
İnsanoğlu, nefsânî arzularına mağlûb olduğu ve îmânın feyz parıltılarını kaybettiği zaman günâha meyleder. Vicdanlarda ahlâkî destek azalınca, ince düşünüş ve rûhî derinlik de kaybolur. İstikâmet sâhibi olma yolunda ciddî bir zaaf ortaya çıkar. Günahlar, tatlı bir mûsikî gibi nefslere hoş gelir ve âdeta vebâlinin ağırlığı hissedilmeden işlenebilir.
İnsanın dünyâya gâfilâne temâyülü neticesinde işlediği günahlar, onun insanlık şeref ve haysiyetini de zedeler. Bu durum, rûhların günah karanlığı ile kirletilmesine sebep olur.
Hâlbuki insanoğlu, mâsumluğunun saf râyihası içinde doğar ve cihâna tertemiz olarak gelir. Din de bu fıtrî temizliği korumak için Allâh tarafından insana verilen bir lutuf ve merhamet tecellîsidir. Dolayısıyla kul, bu iki sâik sâyesinde gaflet perdelerini aralayabilirse, işlediği cürmün ağırlığını vicdânında hisseder. Onun iç âleminde saklı bulunan fazîlet hisleri uyanır. Kalbi büyük bir nedâmetle için için yanar ve ılık gözyaşlarıyla Rabbine gönlünü açar. İşte bu yanış ve pişmanlık “tevbe”dir. Ardından af dilemek için Rabbe açılan ellerin sâikı olan kalblerden taşan niyâzlar da “istiğfâr”dır.
***
Allâh -celle celâlühû-, kulun nedâmetinden, tevbesinden, istiğfârından hoşlanır. Çünkü O, “Rahmân” ve “Rahîm” (Rahmân, mübâlağa sîğası olup “rahmeti bol olan” demektir. Rahîm ise istimrar ifâde ederek “rahmet eden ve rahmetini mahlûkâtına ulaştıran” demektir.) esmâsının sâhibidir ve:
إِنَّ اللهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ
“…Şunu iyi bilin ki, Allâh, çokça tevbe edenleri ve çok çok temizlenenleri sever.” (el-Bakara, 222) buyurmuştur.
Allâh Teâlâ’nın kullarına olan şefkat ve merhameti, bir annenin yavrusuna olan merhametinden hiç şüphesiz çok daha fazladır. O, kullarına gazab etmek istemez. Lâkin kul, nankörlükte ve zulümde ısrar ederse, cezâyı hak etmiş olur. O’nun Rahmân ve Rahîm esmâsının muktezâsı olarak rahmeti, gazabından çok daha fazladır. Nitekim şu hadîs-i şerifte kulların tevbe ve istiğfârı karşısında Allâh Teâlâ’nın rızâsı ve memnûniyeti ne güzel dile getirilmiştir:
“Herhangi birinizin tevbe etmesinden dolayı Allâh Teâlâ’nın duyduğu hoşnutluk, ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, arayıp taramaları netice vermeyince deveyi bulma ümidini büsbütün kaybederek bir ağacın gölgesine uzanıp yatan, derken yanına devesinin geldiğini görerek yularına yapışan ve aşırı derecede sevincinden ne söylediğinin farkında olmayarak şaşkınlıkla:
«–Allâh’ım! Sen benim kulumsun; ben de senin rabbinim.» diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.” (Müslim, Tevbe, 7; Tirmizî, Kıyâmet, 49)
O’nun rahmeti her şeyi ihâta etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak;
وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ
“…Rahmetim her şeyi kuşatmıştır…” (el-A’râf, 156) buyurarak kullarına olan merhametinin enginliğini beyân etmiştir. Bu hakîkati ifâde etmek üzere Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bir hadîs-i kudsîde Allâh Teâlâ’nın:
“Rahmetim gerçekten gazâbımı geçmiştir!” buyurduğunu bildirir. (Buhârî, Tevhîd, 15)
Bundan dolayı bütün peygamberler, ümmetlerini dâimâ tevbe ve istiğfâra dâvet etmişlerdir.
Peygamberler dışında hiçbir insan, beşerî husûsiyetleri itibâriyle mâsum değildir; az veya çok günah işlemekle karşı karşıyadır. Bundan dolayı, Kur’ân-ı Kerîm’de günahlardan arınmanın bir ifâdesi olan “Tevbe” isminde müstakil bir sûre mevcuttur. “Tevbe” kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de seksen küsur yerde geçer. Yine Allâh Teâlâ’nın günahları bağışlayacağını ifâde eden yüzlerce kelimenin yanısıra özellikle “Gafûr” ism-i şerîfi doksan iki defâ, “Gaffâr” ism-i şerîfi beş yerde tekrarlanmakta, “Gâfir” ism-i şerîf de bir defa zikredilmektedir. Bütün bunlar tevbenin ehemmiyetini ve Cenâb-ı Hak tarafından kabul edileceğini göstermekle birlikte kulları tevbe ve istiğfara teşvîk etmektedir.
Kulun, günâhının hattâ gafletinin suç olduğunu bilmesi bir irfân, Rabbinden af dilemesi de bir vicdân borcudur. Günâhın bir suç olduğunu bilememe ve ondan dönmenin lüzûmunu idrâk edememe gafleti, -Allâh muhâfaza buyursun- kalbin iflâsı ve cehennem yolculuğunun alâmetidir. Allâh Teâlâ böyleleri hakkında şu acıklı tehditte bulunmaktadır:
وَمَنْ لَمْ يَتُبْ فَأُولئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
“...Kim ki tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir!” (el-Hucurât, 11)
Hadîs-i şerîfte:
“Yapılan günahlardan pişmanlık, tevbedir. Günahlarına tevbe eden kimse sanki o günâhı işlememiş gibi olur.” (İbn-i Mâce, Zühd, 30/4252; es-Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 161) buyrulmuştur.
Kul bir hatâ işlediği zaman Allâh’ın affedeceğine mağrur olarak (aldanarak) gecikmemeli, hemen tevbe ipine sarılmalıdır. Zîrâ âyet-i kerîmede tevbenin kabûlü için acele etmek gerektiği şöyle bildirilmektedir:
إِنَّمَا التَّوْبَةُ عَلَى اللهِ لِلَّذِينَ يَعْمَلُونَ السُّوءَ بِجَهَالَةٍ ثُمَّ يَتُوبُونَ مِنْ قَرِيبٍ فَأُولـئِكَ يَتُوبُ اللهُ عَلَيْهِمْ وَكَانَ اللهُ عَلِيماً حَكِيماً
“Allâh katında makbûl olan tevbe ancak o kimselerin tevbesidir ki, onlar bilmeyerek günah işlerler, sonra da çok geçmeden tevbe ederler. Allâh, Alîm (hakkıyla bilen)dir, Hakîm (her işi hikmetli ve sağlam olan)’dır.” (en-Nisâ, 17)
Şeytana aldanarak tevbeyi geciktirenlerin ise hazin âkıbetini şöyle haber vermektedir:
وَلَيْسَتِ التَّوْبَةُ لِلَّذِينَ يَعْمَلُونَ السَّيِّئَاتِ حَتَّى إِذَا حَضَرَ أَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ إِنِّي تُبْتُ اْلآنَ وَلاَ الَّذِينَ يَمُوتُونَ وَهُمْ كُفَّارٌ أُولـئِكَ أَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا
“Yoksa o günahları işleyip de nihâyet onlardan birine ölüm gelince: «Şüphesiz ben şimdi tevbe ettim.» diyenlerin tevbesi (makbûl bir tevbe) değildir; kâfir kimseler olarak ölenlerinki de makbûl değildir. İşte onlar yok mu, kendileri için pek elem verici bir azap hazırladık.” (en-Nisâ, 18)
Bâzı âlimlerimiz, âyet-i kerîmedeki bu ilâhî îkâz ve tehditten kurtulmanın yolunu göstererek:
“Ölüm gelmeden evvel tevbe etmekte acele ediniz!” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 65) demişlerdir.
Ayrıca tevbenin kabûlü için, yalnız dilin “estağfirullâh” demesi, kâfî değildir. Bununla birlikte kalbî bir titreyiş ve aynı hatâyı tekrar etmemeye azmetmek zarûrîdir.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- tevbede lüzûmlu olan hâlet-i rûhiyeyi şu şekilde ifâde eder:
“Nedâmet ateşiyle dolu bir gönülle ve nemli gözlerle tevbe et! Zîrâ çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar!”
Tevbe ve istiğfâr, ferd ve milletleri selâmete götürür. Gelecek belâ ve musîbetleri izâle eder. Şu hadîs-i şerîf, mü’minlerin davranışlarını tanzîmde büyük bir ehemmiyet arz eder:
“Bir mü’min, Allâh’ın azâbının şiddetini bilse idi, cennetten ümîdini keserdi! Kâfirler de, Allâh’ın merhametinin ne (kadar geniş) olduğunu bilselerdi, cennete girmeyi ümîd ederlerdi!” (Müslim, Tevbe, 23)
Bu bakımdan her bir mü’min, “havf ve recâ”; yâni “korku ile ümîd” arasında yaşamalı; “Cehenneme sâdece bir kişi girecek!” deseler, “Acabâ ben miyim?” korkusu içinde, “Cennete sâdece bir kişi girecek!” deseler, yine “Acabâ o ben miyim?” ümîdi içinde olmalıdır.
Korkuda kademeleşme olduğu gibi muhabbette de bir kademeleşme söz konusudur. Günahkâr kimseler Allâh’ın azâbından korktukları hâlde ehlullâh, gönüllerinin mahbûbu Cenâb-ı Hakk’ı incitmekten ve sevgisinden mahrum kalmaktan korkarlar.
Unutulmamalıdır ki peygamberler dahî zelle işlemiş, onun ıztırâbı ile tevbe ve istiğfâr içinde yaşamış, böylece kendilerine beşerî acziyet tattırılmıştır. Çünkü mutlak üstünlük ancak Allâh’a âittir. Acziyetten müstesnâ ve münezzeh olan yalnızca O’dur.
İlk tevbe eden peygamber Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dır. Havvâ vâlidemizle beraber yaptıkları şu tevbe meşhûrdur:
رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنْفُسَنَا وَإِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
“…Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlakâ ziyân edenlerden oluruz.” (el-A’râf, 23)
Bu duâ, kendilerinden sonra kıyâmete kadar gelecek evlâdlarına en güzel bir istiğfâr nümûnesidir.
Cenâb-ı Hak, merhameti sebebiyle kullarını tevbe ve istiğfâra dâvet eden ve böylece onları bağışlayacağını müjdeleyen âyetlerinde şöyle buyurmaktadır:
إِلاَّ مَنْ تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ عَمَلاً صَالِحاً فَأُولئِكَ يُبَدِّلُ اللهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ وَكَانَ اللهُ غَفُوراً رَحِيماً. وَمَنْ تَابَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَإِنَّهُ يَتُوبُ إِلَى اللهِ مَتَابًا
“Ancak (yaptığı kötülüklerden) vazgeçip îmân ederek sâlih ameller işleyenler var ya, işte Allâh onların kötülüklerini iyiliklere (günahlarını sevaplara) çevirir. Allâh çok bağışlayıcı, engin merhamet sâhibidir. Kim tevbe edip amel-i sâlih işlerse, şüphesiz o, tevbesi kabûl edilmiş olarak Allâh’a döner.” (el-Furkân, 70-71)