Hz. Mevlânâ, Mesnevî’nin ikinci cildinde birbirlerinin dediğini anlamayan dört kişinin üzüm için kavgaya tutuşmalarını şöyle anlatır:
Adamın biri, dört kişiye bir dirhem verdi. Adamlardan biri, “Ben bu parayı ‘engûra’ vereceğim” dedi.
Öbürü Arap’tı, “Lâ” dedi, “Ben ‘inep’ isterim herif, engûr istemem.”
Üçüncü Türk’tü, “Bu para benim” dedi, “Ben inep istemem, ‘üzüm’ isterim.”
Dördüncü ise Rum’du, dedi ki: “Bırak bu lafları, biz ‘istafil’ isteriz.”
Derken savaşa başladılar. Çünkü adların sırrından gafildiler.
Ahmaklıktan birbirlerini yumruklamaya koyuldular. Bilgisizlikle dolu, bilgiden boş adamlardı bunlar.
Sır sahibi, yüzlerce dil bilir, kadri yüce birisi orada olsaydı, onları uzlaştırırdı.
Onlara “Ben bu bir dirhemle hepinizin isteğini yerine getiririm.
Gönlünüzü gıllügışsız bana teslim edin. Bu bir dirheminiz, sizin istediğiniz şeylerin hepsini yapar.”
Görüldüğü üzere ineb, engûr, üzüm ve istafil isteyen ve bu yüzden aralarında kavga eden Arap, Fars, Türk ve Rum sonunda öğrenirler ki esasen her birinin istediği şey üzümdür.
Mevlânâ’nın tabiriyle, “Bize mâna gerek, dava değil.”
Peki, ama mânayı bize kim getirecek? Kendi dilimizde yazılmayan bir metnin anlamını bize kim aktaracak? Bilmediğimiz dünyaların, medeniyetlerin ve kültürlerin kapılarını bize kim açacak? İşte tercümanlar tam da bunun için var; ancak yaptıkları iş çok muhataralı bir iş. Acaba onlar yabancı bir dilde kaleme alınmış bir metni tam ve eksiksiz bir şekilde anlıyor mu? Anlasalar bile yabancı dilde yazılmış bu metni, kendi dillerinde eksiksiz ifade edebilme kudretine sahipler mi?
Adamın biri, dört kişiye bir dirhem verdi. Adamlardan biri, “Ben bu parayı ‘engûra’ vereceğim” dedi.
Öbürü Arap’tı, “Lâ” dedi, “Ben ‘inep’ isterim herif, engûr istemem.”
Üçüncü Türk’tü, “Bu para benim” dedi, “Ben inep istemem, ‘üzüm’ isterim.”
Dördüncü ise Rum’du, dedi ki: “Bırak bu lafları, biz ‘istafil’ isteriz.”
Derken savaşa başladılar. Çünkü adların sırrından gafildiler.
Ahmaklıktan birbirlerini yumruklamaya koyuldular. Bilgisizlikle dolu, bilgiden boş adamlardı bunlar.
Sır sahibi, yüzlerce dil bilir, kadri yüce birisi orada olsaydı, onları uzlaştırırdı.
Onlara “Ben bu bir dirhemle hepinizin isteğini yerine getiririm.
Gönlünüzü gıllügışsız bana teslim edin. Bu bir dirheminiz, sizin istediğiniz şeylerin hepsini yapar.”
Görüldüğü üzere ineb, engûr, üzüm ve istafil isteyen ve bu yüzden aralarında kavga eden Arap, Fars, Türk ve Rum sonunda öğrenirler ki esasen her birinin istediği şey üzümdür.
Mevlânâ’nın tabiriyle, “Bize mâna gerek, dava değil.”
Peki, ama mânayı bize kim getirecek? Kendi dilimizde yazılmayan bir metnin anlamını bize kim aktaracak? Bilmediğimiz dünyaların, medeniyetlerin ve kültürlerin kapılarını bize kim açacak? İşte tercümanlar tam da bunun için var; ancak yaptıkları iş çok muhataralı bir iş. Acaba onlar yabancı bir dilde kaleme alınmış bir metni tam ve eksiksiz bir şekilde anlıyor mu? Anlasalar bile yabancı dilde yazılmış bu metni, kendi dillerinde eksiksiz ifade edebilme kudretine sahipler mi?