Ortadoğu tarih boyunca etnik, dinsel ve mezhepsel güç mücadelelerinin merkezi olmuş bir coğrafyadır. Günümüzde ise Suriye’deki iç savaş, DEAŞ ve benzeri radikal örgütlerin ortaya çıkışı, İsrail’in bölgesel stratejileri ve büyük güçlerin müdahaleleri bu çatışmaları daha da karmaşık hale getirmiştir. Geçmişte olduğu gibi bugün de sorunun dini, siyasi ve etnik boyutlarını anlamadan etkili bir çözüm üretmek oldukça güç gözükmektedir. Türkiye bu süreçte kritik bir aktör olarak hem bölgesel hem de uluslararası çapta çözüm için anahtar bir rol oynama potansiyeline sahip bir ülkedir. Türkiye siyasetinin rolünün ve potansiyelinin doğru olarak tespit edilebilmesi için sorunun nedenlerinin doğru olarak tespit ederek şartlara uygun politikaların üretilmesi gerekmektedir. Ortadoğu’daki çatışmaların nedenleri şöylece özetlenebilir:
Etnik, İdeolojik, Dini ve Mezhepsel Gerilimler
Ortadoğu’daki sorunların temelinde etnik, ideolojik, dini ve mezhepsel ayrılıklar yatmaktadır. Amerika ile Rusya ve Çin’in arasındaki rekabetin Ortadoğu’daki ideolojik yansımaları genellikle sağcılık ve solculuk ideolojileri görüntüsünde ortaya çıkmaktadır. Bu ideolojik rekabetler bazen din ve mezheplerle bağlantılı hale gelmektedir. Rusya ile yakınlık içerisinde olan Suriye’deki Esed rejiminin Nusayri (Alevi) kökeni, Sünni çoğunluğun yönetimden dışlanmasına yol açarak iç savaşı tetiklemiştir. İran, Şii hilali stratejisiyle bu rejime destek verirken, Suudi Arabistan ve diğer Sünni ülkeler Suriye’de muhalif grupları desteklemektedir. ABD ise genellikle İran karşıtlığı ile özdeşleşmiş Sünni bir taraftarlık siyaseti izlemektedir. Bu mezhepsel kutuplaşma, DEAŞ gibi radikal örgütlerin ortaya çıkışını kolaylaştırmış ve bölgesel istikrarsızlığı derinleştirmiştir. ABD’nin İsrail siyasi işbirliği içerisinde olması ise hem Sünni hem de Şii gruplar arasında bir ikileme sebep olmaktadır. Bu süreçte Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam inançları büyük ölçüde bu çatışma ekseninde ilahi özlerinden uzaklaştırılarak kapitalist anlayışın etkisi altında gelişen etnik, ideolojik ve sınıfsal çatışmaların meşrulaştırıcı aracı haline getirilmiştir. Bunun bir sonucu olarak da bölgedeki istikrarsızlık daha da büyüyerek uluslararası inanç merkezli çatışmalar görüntüsüne büründü.
Amerikan Müdahaleleri ve Güç Boşluğu
ABD’nin 2003’teki Irak işgali, Saddam Hüseyin rejimini devirerek bölgede büyük bir güç boşluğu yaratmıştır. Bu boşluk, Sünni Arap toplulukların dışlanmasına ve DEAŞ’ın geniş bir taban bulmasına neden olmuştur. Ayrıca, ABD’nin Suriye’de rejim değişikliğine yönelik politikaları, silahların ve lojistik desteklerin yanlış grupların eline geçmesiyle sonuçlanmış, radikalleşmeyi hızlandırmıştır. Bu durum ABD ve radikal gruplar arasındaki ilişkinin boyutu ile ilgili de farklı tartışmalara neden olmuştur. Bunun bir sonucu olarak da İran Şii akımlara karşı DEAŞ’in sistematik olarak planladığı ve desteklendiği gibi görüşler ileri sürülmüştür.
DEAŞ gibi gruplar, ABD’nin doğrudan bir desteğiyle kurulmuş olmasa da Amerikan dış politikasının bölgedeki etkileri bu tür örgütlerin güçlenmesine yol açmıştır. Özellikle Irak ve Suriye’deki güç boşlukları, radikal örgütlerin taban bulmasını kolaylaştırmıştır. ABD’nin İran’a karşı bir denge unsuru olarak DEAŞ’ın varlığından dolaylı şekilde faydalandığı yönündeki iddialar ise akademik çevrelerde tartışılmaktadır.
Buna karşılık, ABD liderliğindeki koalisyon DEAŞ’a karşı ciddi askeri operasyonlar düzenlemiş ve bu örgütün liderlerini etkisiz hale getirmiştir. Ancak bu mücadele sırasında ABD’nin, PYD/YPG gibi gruplarla işbirliği yapması, bölgedeki diğer müttefikleriyle, özellikle Türkiye ile gerilimlere neden olmuştur. Bu çatışa zemininde son dönemlerde artan siyasi suikastlar ise uluslararası ilişkilerde hukuku ve diplomasinin devre dışı kalmasına yol açarak güven ve istikrar sorununu daha da karmaşık hale getirmiştir.
İsrail’in Stratejik Hesapları
İsrail’in Batı Şeria ve Golan Tepeleri’ndeki genişleme politikaları, bölgedeki tansiyonu artırmaktadır. İsrail’in özellikle bazı Kürt gruplar ve Dürziler ile işbirliği politikası bölgedeki tansiyonu yükselten bir diğer önemli politik nedendir. İsrail ile ilgili Türkiye ve bölge devletlerinin en fazla öner çıkardıkları ve İsrail’in saldırgan politikalarının arkaplanındaki amaç olarak gördükleri “vadedilmiş topraklar” meseledir. Tevrat’ta sınırları belirlenen bu topraklar Türkiye dahil birçok bölge ülkesini tedirgin etmektedir.
Türkiye siyaseti yavaş yavaş bu tehdit unsuruna karşı bir güvenlik siyasetine evrilmektedir. Bunun devam etmesi durumunda Türkiye ve İsrail’in askeri anlamda da karşı karşıya gelmeleri kaçınılmaz bir hal alabilir. Ayrıca İsrail ile işbirliği içinde olan Dürziler ile Kürlerin de süreçte Türkiye’nin güvenlik politikasının hedefi haline gelmeleri kaçınılmaz bir hal alacaktır. İsrail’in bu bölgede başarılı olması uzun vadede hem Kürtleri hem de Dürzileri tehdit eden bir politik durumun ortaya çıkarmasına da sebep olacaktır. Bunun da temel sebebi vadedilmiş topraklar inanıcının Kürt ve Dürzilerin de topraklarını kapsamasıdır. Bu inancın İsrail devleti için de büyük bir tehdit oluşturduğu açıktır. Bu tehdit, bu inancın Türkiye dahil bölge halklarının bağımsızlık ve egemenlik haklarının ihlali potansiyelinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bölge halkları ve İsrail halkını da tehdit eden ve düşmanlıklara sebep olan bu inancın ilahiyat açısından yeniden değerlendirilerek makul bir çözüme kavuşturulması gerekmektedir. Daha önceki bir yazımda bu inancın ortaya çıkışını değerlendirdiğim için burada konunun detaylarına girmeyeceğim. Dolayısıyla insan haklarına dayalı yeni politikalar ve öğretim programları geliştirilerek halkların oluşturulmuş olan çatışmacı tarihin ve dinin algıların etkisinden arındırılmaları gerekmektedir. Bu perspektif doğrultusunda İsrail ile doğrudan veya dolaylı diyalog kurarak, bölgedeki tansiyonun düşürülmesine katkıda bulunulmalı, geleceğin güven ve barışı esas alan değerler üzerine yeniden inşası için işbirliği yapılmalıdır. Ancak savaş ekonomisi siyaseti yürüten büyük silah teknolojilerine sahip olan ülke siyasetçilerinin bu tür bir siyaseti onaylamakta güçlük çekecekleri hatta böyle bir açılımı risk olarak görmeleri kuvvetle muhtemeldir. Sivil toplum ve insan hakları bilincinin savaş ekonomisinin önüne geçebilmesi durumunda siyasi istikrar ve çözüm imkanları güçlenecektir.
Sorunların Çözümü İçin İzlenebilecek Politikalar
Etnik, İdeolojik, Dini ve Mezhepsel Gerilimler
Ortadoğu’daki sorunların temelinde etnik, ideolojik, dini ve mezhepsel ayrılıklar yatmaktadır. Amerika ile Rusya ve Çin’in arasındaki rekabetin Ortadoğu’daki ideolojik yansımaları genellikle sağcılık ve solculuk ideolojileri görüntüsünde ortaya çıkmaktadır. Bu ideolojik rekabetler bazen din ve mezheplerle bağlantılı hale gelmektedir. Rusya ile yakınlık içerisinde olan Suriye’deki Esed rejiminin Nusayri (Alevi) kökeni, Sünni çoğunluğun yönetimden dışlanmasına yol açarak iç savaşı tetiklemiştir. İran, Şii hilali stratejisiyle bu rejime destek verirken, Suudi Arabistan ve diğer Sünni ülkeler Suriye’de muhalif grupları desteklemektedir. ABD ise genellikle İran karşıtlığı ile özdeşleşmiş Sünni bir taraftarlık siyaseti izlemektedir. Bu mezhepsel kutuplaşma, DEAŞ gibi radikal örgütlerin ortaya çıkışını kolaylaştırmış ve bölgesel istikrarsızlığı derinleştirmiştir. ABD’nin İsrail siyasi işbirliği içerisinde olması ise hem Sünni hem de Şii gruplar arasında bir ikileme sebep olmaktadır. Bu süreçte Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam inançları büyük ölçüde bu çatışma ekseninde ilahi özlerinden uzaklaştırılarak kapitalist anlayışın etkisi altında gelişen etnik, ideolojik ve sınıfsal çatışmaların meşrulaştırıcı aracı haline getirilmiştir. Bunun bir sonucu olarak da bölgedeki istikrarsızlık daha da büyüyerek uluslararası inanç merkezli çatışmalar görüntüsüne büründü.
Amerikan Müdahaleleri ve Güç Boşluğu
ABD’nin 2003’teki Irak işgali, Saddam Hüseyin rejimini devirerek bölgede büyük bir güç boşluğu yaratmıştır. Bu boşluk, Sünni Arap toplulukların dışlanmasına ve DEAŞ’ın geniş bir taban bulmasına neden olmuştur. Ayrıca, ABD’nin Suriye’de rejim değişikliğine yönelik politikaları, silahların ve lojistik desteklerin yanlış grupların eline geçmesiyle sonuçlanmış, radikalleşmeyi hızlandırmıştır. Bu durum ABD ve radikal gruplar arasındaki ilişkinin boyutu ile ilgili de farklı tartışmalara neden olmuştur. Bunun bir sonucu olarak da İran Şii akımlara karşı DEAŞ’in sistematik olarak planladığı ve desteklendiği gibi görüşler ileri sürülmüştür.
DEAŞ gibi gruplar, ABD’nin doğrudan bir desteğiyle kurulmuş olmasa da Amerikan dış politikasının bölgedeki etkileri bu tür örgütlerin güçlenmesine yol açmıştır. Özellikle Irak ve Suriye’deki güç boşlukları, radikal örgütlerin taban bulmasını kolaylaştırmıştır. ABD’nin İran’a karşı bir denge unsuru olarak DEAŞ’ın varlığından dolaylı şekilde faydalandığı yönündeki iddialar ise akademik çevrelerde tartışılmaktadır.
Buna karşılık, ABD liderliğindeki koalisyon DEAŞ’a karşı ciddi askeri operasyonlar düzenlemiş ve bu örgütün liderlerini etkisiz hale getirmiştir. Ancak bu mücadele sırasında ABD’nin, PYD/YPG gibi gruplarla işbirliği yapması, bölgedeki diğer müttefikleriyle, özellikle Türkiye ile gerilimlere neden olmuştur. Bu çatışa zemininde son dönemlerde artan siyasi suikastlar ise uluslararası ilişkilerde hukuku ve diplomasinin devre dışı kalmasına yol açarak güven ve istikrar sorununu daha da karmaşık hale getirmiştir.
İsrail’in Stratejik Hesapları
İsrail’in Batı Şeria ve Golan Tepeleri’ndeki genişleme politikaları, bölgedeki tansiyonu artırmaktadır. İsrail’in özellikle bazı Kürt gruplar ve Dürziler ile işbirliği politikası bölgedeki tansiyonu yükselten bir diğer önemli politik nedendir. İsrail ile ilgili Türkiye ve bölge devletlerinin en fazla öner çıkardıkları ve İsrail’in saldırgan politikalarının arkaplanındaki amaç olarak gördükleri “vadedilmiş topraklar” meseledir. Tevrat’ta sınırları belirlenen bu topraklar Türkiye dahil birçok bölge ülkesini tedirgin etmektedir.
Türkiye siyaseti yavaş yavaş bu tehdit unsuruna karşı bir güvenlik siyasetine evrilmektedir. Bunun devam etmesi durumunda Türkiye ve İsrail’in askeri anlamda da karşı karşıya gelmeleri kaçınılmaz bir hal alabilir. Ayrıca İsrail ile işbirliği içinde olan Dürziler ile Kürlerin de süreçte Türkiye’nin güvenlik politikasının hedefi haline gelmeleri kaçınılmaz bir hal alacaktır. İsrail’in bu bölgede başarılı olması uzun vadede hem Kürtleri hem de Dürzileri tehdit eden bir politik durumun ortaya çıkarmasına da sebep olacaktır. Bunun da temel sebebi vadedilmiş topraklar inanıcının Kürt ve Dürzilerin de topraklarını kapsamasıdır. Bu inancın İsrail devleti için de büyük bir tehdit oluşturduğu açıktır. Bu tehdit, bu inancın Türkiye dahil bölge halklarının bağımsızlık ve egemenlik haklarının ihlali potansiyelinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bölge halkları ve İsrail halkını da tehdit eden ve düşmanlıklara sebep olan bu inancın ilahiyat açısından yeniden değerlendirilerek makul bir çözüme kavuşturulması gerekmektedir. Daha önceki bir yazımda bu inancın ortaya çıkışını değerlendirdiğim için burada konunun detaylarına girmeyeceğim. Dolayısıyla insan haklarına dayalı yeni politikalar ve öğretim programları geliştirilerek halkların oluşturulmuş olan çatışmacı tarihin ve dinin algıların etkisinden arındırılmaları gerekmektedir. Bu perspektif doğrultusunda İsrail ile doğrudan veya dolaylı diyalog kurarak, bölgedeki tansiyonun düşürülmesine katkıda bulunulmalı, geleceğin güven ve barışı esas alan değerler üzerine yeniden inşası için işbirliği yapılmalıdır. Ancak savaş ekonomisi siyaseti yürüten büyük silah teknolojilerine sahip olan ülke siyasetçilerinin bu tür bir siyaseti onaylamakta güçlük çekecekleri hatta böyle bir açılımı risk olarak görmeleri kuvvetle muhtemeldir. Sivil toplum ve insan hakları bilincinin savaş ekonomisinin önüne geçebilmesi durumunda siyasi istikrar ve çözüm imkanları güçlenecektir.
Sorunların Çözümü İçin İzlenebilecek Politikalar
- Bölgesel Uzlaşı ve Diyalog
- Ekonomik Kalkınma ve Güvenlik Reformu
- Suriye’de Kapsayıcı Geçiş Süreci
- Terörle Mücadelede Ortak Stratejiler
- Dengeli Diplomasi
- İnsani Mülteci Politikası
- Bölgesel Güvenliğin Sağlanması