Şefaat konusu asırlardır yanlış anlaşılan ve anlatılan konuların başında gelmektedir. Bu hususta gerekli araştırma ve incelemeyi yapmadan konuşanlar, insanlara yalan yanlış bilgiler aktaranlar, onları boş hayallerle avutanlar kesinlikle sorumlu olacaklarını bilmelidir.
Şurası muhakkak ki “şefaat vardır” ancak bu Müslümanların çoğunun zannettiği gibi değildir.
Böyle yanlış bir şefaat algısının oluşumunda Hz. Peygamber’e nispet edilen; “Şefaatim büyük günah işleyenleridir” rivayetinin etkili olduğu anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm müslümanları samimi tövbeye çağırırken[1] bu rivayet tam tersini yapmakta ve insanları tembelliğe ve vurdumduymazlığa davet etmektedir. Bu itibarla Hz. Peygamber’in maksadının çok iyi anlaşılması ve mezkûr rivâyetin Kur’ân-ı Kerîm ile uyumlu hâle getirilmesi gerekir.
Kanaatimizce Hz. Peygamber bu sözüyle şu mesajı vermek istemiş olabilir: “Şefaatim (Allah’ın takdiriyle günahlarının bağışlandığını veya derecelerinin artırıldığını bildiren belgeyi/ödülü takdimim); büyük günah işleyen, (ama henüz dünyada iken derin bir pişmanlık duyup samimi bir şekilde tövbe eden, kendini düzelten ve sâlih ameller ortaya koyarak vefat eden) mü’minlere yöneliktir.”
Çünkü Kur’ân’da; “De ki: Şefaat (yetkisi) yalnız Allah’a aittir. Gökler ve yer üzerindeki otorite (yalnız) O’nundur ve sonunda O’na döndürüleceksiniz.”[2] buyurulmakta ve “şefaati takdir yetkisinin sadece Yüce Allah’a ait olduğu” ifade edilmektedir.
Rivayet bahsettiğimiz şekilde anlaşıldığı ve metinde bulunan kapalılık/muğlaklık bu şekilde giderildiği zaman bazı kimseler, yersiz/asılsız/uygunsuz düşünce ve inançlarla hem kendilerini hem de başkalarını avutmaktan kurtulabilir.
Çünkü bazı müslümanlar “bu hadisten” “dünyadayken sürekli günah işleseler ve günahlarına da tövbe etmeden ölseler bile” ahirette kolayca Hz. Muhammed’in şefaatine nail olacakları sonucunu çıkartmakta ve yanlış bir beklenti içine girebilmektedir. Oysa böyle bir anlayış sakattır/problemlidir. İşin doğrusunu onlara söylemek yerine sahte ümitlerle onları avutan ve Yüce Allah’a saygısızlık yaparak günah işlemeye devam etmelerine neden olanlar çok büyük bir vebal altında kaldıklarını bilmelidir.
Nitekim bir müslümanın yapması gereken şey Kur’ân’ın ilkelerine uygun olarak günahta ısrar etmemek[3] bir an önce hatadan vazgeçmek, iyilikler yaparak kötülüklerini sildirmeye çalışmak[4] ve tövbe edip salih ameller işleyerek kötülüklerini iyiliklere çevirmek olmalıdır.[5] Görüldüğü üzere Kur’ân’ın tavsiyeleri bu yöndedir ve mezkûr hadis müslümanları günah işlemeye sevk edecek şekilde değil, “tövbeye davet edecek şekilde” anlaşılmak ve anlatılmak durumundadır.
Öte yandan başka rivâyetlerde de “kıyamet günü Hz. Muhammed’in diğer peygamberlerin aksine fedakâr bir şekilde Sırat Köprüsü’nün başında ümmetini bekleyeceği, onlara şefaat edeceği, cehenneme atılmaktan onları kurtaracağı” mesajı verilmektedir. Açıkça görüldüğü üzere “ondan habersiz ümmetinin bir kısmının cehenneme atılabileceği kaygısını taşıdığı intibaının verilmesi ve böyle bir uygulamayı Yüce Allah’ın yapabileceği zannının oluşturulması” bile başlı başına bir problemdir.
Çünkü bir peygamberin Yüce Allah’ın adâletinden şüphe duyduğu izleniminin doğmasına yol açabilecek bu tür rivâyetler hiç düşünülmeksizin hâlâ nakledilebilmekte, böylece Yüce Allah ile O’nun elçisi Hz. Muhammed hem karşı karşıya getirilmekte hem de yanlış tanıtılmaktadır.Ayrıca bu tür rivayetlerle halkın yanlış bir şefaat anlayışına sürüklenmesine neden olunmaktadır. Böyle bir Tanrı ve şefaat anlayışı ise bazı müslümanları sorumlulukları konusunda gevşekliğe ve aldırmazlığa sevk edebilmektedir. Böyle bir tasavvuru oluşturup müslümanları nemelazımcılığa alıştıranlar sonra da kalkıp hiç utanmadan ve sıkılmadan müslümanların tembelliğinden şikâyet etmektedir. Oysa bu yaman bir çelişkidir. Zira buna sebep olanlar bizzat kendileridir.
Çünkü bu dünyada suç işleyenlerin affedilmesi yönündeki bazı taleplere -hiç kuşkusuz ahlâkî olmadığı için- karşı çıkan Hz. Peygamber’in ahiret günü büyük günah sahiplerinin affedilmesini sağlamak için çaba harcaması ve “Sırat Köprüsü’nün” başında oturup onları beklemesi asla mümkün değildir. Zira bu tür bir şefaat anlayışı Kur’ân’a terstir ve “zerre miktarı iyilik ya da kötülük yapanların bunun karşılığını alacağı”[6] veya “hardal tanesi kadar bile olsa iyi ya da kötü her şeyin mutlaka tartıya konulacağı”[7] ilkelerine alenen aykırıdır.
Kaldı ki Hz. Peygamber’in; “Ey Muhammed’in kızı Fatıma! Malımdan dilediğin şeyi iste vereyim. Fakat ben seni Allah’ın azabından koruyamam!”[8] sözüyle “Hiçbir insanın başka birine zerre miktarı fayda sağlayamayacağı hesap gününde hüküm ve yetki yalnız Allah’a aittir”[9] âyeti ortadayken, hâlâ “büyük günah” sahiplerine “tövbe etmeden ölseler dahi” Hz. Peygamber’in onlara şefaat edeceğini söylemek ne kadar doğru olabilir?
Böyle bir şeyi savunan ve onun söylemediği bir sözü ona isnad edenler kendilerini ahiret günü cehennem azabından nasıl kurtarabileceklerdir?
Hz. Peygamber açıkça kızını bile kurtaramayacağını söylediği halde bu hoca müsveddeleri/çakma ilahiyatçılar/yarım hocalar/sözde akademisyenler Hz. Muhammed’in ümmetini toptan cehennemden kurtaracağını nasıl iddia edebilirler?
Bu yarım hocalar neye ve kime güveniyorlar? Delilleri nedir?
Hz. Peygamber’in otoritesini istismar ettiklerini hiç mi düşünmüyorlar?
Bu aklı kıt adamlar bunun hesabını nasıl verecekler?
Bu büyük vebalin altından nasıl kalkacaklar?
Aynı şekilde Hz. Peygamber’in hırsızlık yapan bir kadının bağışlanması için aracılık yapmaya yeltenenlere; “Allah’ın hükümlerinden birini uygulamamam için aracılık mı ediyorsunuz?…”[10] şeklindeki tepkisi Hz. Muhammed’in Yüce Allah ile “günahkâr kul” arasına girerek şefaatçi ve kayırıcı olmayacağının apaçık bir delili değil midir?
Fiilî görev yeri dünyada kendisine verilmeyen böyle bir yetki, nasıl olur da hükmün sadece Yüce Allah’a ait olduğu o günde ona verilebilir?[11]
Dolayısıyla Hz. Peygamber’in kendisinden böyle bir şefaat umabileceklerin aşırı beklentilere kapılmasına müsaade etmediğinin anlaşılması/bilinmesi gerekmektedir. Çünkü o; “Ve en yakınları[ndan başlayarak erişebildiğin herkesi] uyar”[12] âyeti geldikten sonra yakın çevresini toplamış ve onlara; “Ey Kureyş topluluğu! Ey Benî Abdilmuttalip! Ey Abbâs b. Abdilmuttalip! Ey Sâfiyye! Ey Fatıma!” diyerek, “Kendilerine Allah katında herhangi bir yardımının olamayacağını, herkesin dünyadayken kendisini kurtaracak sâlih ameller işlemesi gerektiğini”[13] söylemiştir.
Görüldüğü üzere Hz. Peygamber, başta ailesi ve yakın akrabaları olmak üzere tüm mü’minlere bireysel görev ve sorumluluklarını hatırlatmış, “ahiret günü kendi hesaplarını kendilerinin vereceği ilkesini”[14] onların zihinlerine yerleştirmiştir/nakşetmiştir. Bu itibarla, gerek zayıf ve mevzû hadisleri gerekse de efsane, mitoloji, hikâye ve masalları anlatarak insanları yanıltmak ve Hz. Peygamber’i olduğundan farklı göstermek/tanıtmak doğru değildir. Çünkü peygamberlerin de Yüce Allah’ın buyruklarına muhatap olma açısından diğer insanlardan hiçbir farkları yoktur. Onlar da herkes gibi Yüce Allah’ın emirlerine harfiyen boyun eğmek zorundadır. Zira Kur’ân; “Elbette kendilerine peygamber gönderilenlere de, gönderilen peygamberlere de soracağız”[15] derken onların da sorumluluk sahibi olduklarını, yaptıklarının onlara da sorulacağını ve toplumları hakkında şahitlik edeceklerini haber vermektedir.[16]
Dolayısıyla tüm bu âyet ve sahih hadisler ortadayken hâlâ inatla ve ısrarla yanlış temeller üzerine bina edilen “sakat şefaat anlayışına” sahip çıkmak ve bunu körü körüne savunmak ne kadar doğrudur?
Öte yandan gerek peygamberlerin, gerekse velîlerin kayıtsız şartsız ya da kendiliklerinden şefaat ve aracılık yapabilecekleri yolundaki yaygın inanç zaten âyetlerle reddedilmektedir.[17] Çünkü şefaate hak kazanabilmek için “Yüce Allah’ın iznine ihtiyaç bulunmakta,[18] O’nun varlığına ve birliğine tereddütsüz bir imana sahip olunması gerekmekte, dünyadayken tövbeleri ve olumlu çabalarıyla Yüce Allah’ın bağışlamasını ve rızasını elde etme şartı” bulunmaktadır.[19]
Dolayısıyla büyük günah sahipleri Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine kesin olarak inanmış olmaları, tövbe etmeleri, samimi olduklarını ispat etmeleri kaydı şartıyla, peygamberlere ve diğer sâlih kullara verilecek şefaat izni (Allah’ın takdiri sonucu bağışlanmayı hak eden tövbekâr kula veya cennetteki derecesi artırılacak mü’mine “ödülünü takdim etme şerefi”) sayesinde Yüce Allah’ın bağışlamasıyla karşılaşabileceklerdir.[20]
Peygambere verilecek şefaat hakkı peygamber için bir “onurlandırma” olduğu kadar, onun ümmetinden affı hak eden tövbekâr kul için veyahut cennetteki derecesi yükseltilecek müttakî mü’min için de “şeref” olarak görülebilir. Bu itibarla, böyle bir şefaati hak edebilmek için daha dünyadayken büyük günahlara tövbe edilmesi, sonrasında da o günahları affettirmek için dürüst ve erdemli davranışlar ortaya konulması şarttır.
Diğer taraftan yanlış bir şefaat anlayışının sadece dinî açıdan değil, aynı zamanda, sosyal, hukukî ve siyasî sonuçları bakımından da zararlarının olduğu muhakkaktır. Çünkü yanlış şefaat anlayışının egemen olduğu toplumlarda “ferdin değeri, kişisel sorumluluğu ve adalet ilkesi” rahatlıkla göz ardı edilebilmekte ve hayatın işleyişi tamamen imtiyazlı kişi ve sınıfların güdümüne terk edilebilmektedir. Böyle toplumlarda ise “ilkeler” değil “kişiler”, “hak ve adalet” değil “kayırma ve iltimaslar”egemen olabilmektedir.[21]
Dolayısıyla yanlış şefaat anlayışının İslâm’a uygun olmadığı ve hayatın bütün alanlarına menfî etkilerinin söz konusu olduğu anlaşılmaktadır.[22]
Bu itibarla Kur’ân’ın; “Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve dünyada iken size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız…”[23] diyerek “bireyin şahsî sorumluluğunu esas aldığı gerçeği” üzerinde sağlıklı tefekkürün şart olduğu açıktır/ortadadır.
Şurası muhakkak ki “şefaat vardır” ancak bu Müslümanların çoğunun zannettiği gibi değildir.
Böyle yanlış bir şefaat algısının oluşumunda Hz. Peygamber’e nispet edilen; “Şefaatim büyük günah işleyenleridir” rivayetinin etkili olduğu anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm müslümanları samimi tövbeye çağırırken[1] bu rivayet tam tersini yapmakta ve insanları tembelliğe ve vurdumduymazlığa davet etmektedir. Bu itibarla Hz. Peygamber’in maksadının çok iyi anlaşılması ve mezkûr rivâyetin Kur’ân-ı Kerîm ile uyumlu hâle getirilmesi gerekir.
Kanaatimizce Hz. Peygamber bu sözüyle şu mesajı vermek istemiş olabilir: “Şefaatim (Allah’ın takdiriyle günahlarının bağışlandığını veya derecelerinin artırıldığını bildiren belgeyi/ödülü takdimim); büyük günah işleyen, (ama henüz dünyada iken derin bir pişmanlık duyup samimi bir şekilde tövbe eden, kendini düzelten ve sâlih ameller ortaya koyarak vefat eden) mü’minlere yöneliktir.”
Çünkü Kur’ân’da; “De ki: Şefaat (yetkisi) yalnız Allah’a aittir. Gökler ve yer üzerindeki otorite (yalnız) O’nundur ve sonunda O’na döndürüleceksiniz.”[2] buyurulmakta ve “şefaati takdir yetkisinin sadece Yüce Allah’a ait olduğu” ifade edilmektedir.
Rivayet bahsettiğimiz şekilde anlaşıldığı ve metinde bulunan kapalılık/muğlaklık bu şekilde giderildiği zaman bazı kimseler, yersiz/asılsız/uygunsuz düşünce ve inançlarla hem kendilerini hem de başkalarını avutmaktan kurtulabilir.
Çünkü bazı müslümanlar “bu hadisten” “dünyadayken sürekli günah işleseler ve günahlarına da tövbe etmeden ölseler bile” ahirette kolayca Hz. Muhammed’in şefaatine nail olacakları sonucunu çıkartmakta ve yanlış bir beklenti içine girebilmektedir. Oysa böyle bir anlayış sakattır/problemlidir. İşin doğrusunu onlara söylemek yerine sahte ümitlerle onları avutan ve Yüce Allah’a saygısızlık yaparak günah işlemeye devam etmelerine neden olanlar çok büyük bir vebal altında kaldıklarını bilmelidir.
Nitekim bir müslümanın yapması gereken şey Kur’ân’ın ilkelerine uygun olarak günahta ısrar etmemek[3] bir an önce hatadan vazgeçmek, iyilikler yaparak kötülüklerini sildirmeye çalışmak[4] ve tövbe edip salih ameller işleyerek kötülüklerini iyiliklere çevirmek olmalıdır.[5] Görüldüğü üzere Kur’ân’ın tavsiyeleri bu yöndedir ve mezkûr hadis müslümanları günah işlemeye sevk edecek şekilde değil, “tövbeye davet edecek şekilde” anlaşılmak ve anlatılmak durumundadır.
Öte yandan başka rivâyetlerde de “kıyamet günü Hz. Muhammed’in diğer peygamberlerin aksine fedakâr bir şekilde Sırat Köprüsü’nün başında ümmetini bekleyeceği, onlara şefaat edeceği, cehenneme atılmaktan onları kurtaracağı” mesajı verilmektedir. Açıkça görüldüğü üzere “ondan habersiz ümmetinin bir kısmının cehenneme atılabileceği kaygısını taşıdığı intibaının verilmesi ve böyle bir uygulamayı Yüce Allah’ın yapabileceği zannının oluşturulması” bile başlı başına bir problemdir.
Çünkü bir peygamberin Yüce Allah’ın adâletinden şüphe duyduğu izleniminin doğmasına yol açabilecek bu tür rivâyetler hiç düşünülmeksizin hâlâ nakledilebilmekte, böylece Yüce Allah ile O’nun elçisi Hz. Muhammed hem karşı karşıya getirilmekte hem de yanlış tanıtılmaktadır.Ayrıca bu tür rivayetlerle halkın yanlış bir şefaat anlayışına sürüklenmesine neden olunmaktadır. Böyle bir Tanrı ve şefaat anlayışı ise bazı müslümanları sorumlulukları konusunda gevşekliğe ve aldırmazlığa sevk edebilmektedir. Böyle bir tasavvuru oluşturup müslümanları nemelazımcılığa alıştıranlar sonra da kalkıp hiç utanmadan ve sıkılmadan müslümanların tembelliğinden şikâyet etmektedir. Oysa bu yaman bir çelişkidir. Zira buna sebep olanlar bizzat kendileridir.
Çünkü bu dünyada suç işleyenlerin affedilmesi yönündeki bazı taleplere -hiç kuşkusuz ahlâkî olmadığı için- karşı çıkan Hz. Peygamber’in ahiret günü büyük günah sahiplerinin affedilmesini sağlamak için çaba harcaması ve “Sırat Köprüsü’nün” başında oturup onları beklemesi asla mümkün değildir. Zira bu tür bir şefaat anlayışı Kur’ân’a terstir ve “zerre miktarı iyilik ya da kötülük yapanların bunun karşılığını alacağı”[6] veya “hardal tanesi kadar bile olsa iyi ya da kötü her şeyin mutlaka tartıya konulacağı”[7] ilkelerine alenen aykırıdır.
Kaldı ki Hz. Peygamber’in; “Ey Muhammed’in kızı Fatıma! Malımdan dilediğin şeyi iste vereyim. Fakat ben seni Allah’ın azabından koruyamam!”[8] sözüyle “Hiçbir insanın başka birine zerre miktarı fayda sağlayamayacağı hesap gününde hüküm ve yetki yalnız Allah’a aittir”[9] âyeti ortadayken, hâlâ “büyük günah” sahiplerine “tövbe etmeden ölseler dahi” Hz. Peygamber’in onlara şefaat edeceğini söylemek ne kadar doğru olabilir?
Böyle bir şeyi savunan ve onun söylemediği bir sözü ona isnad edenler kendilerini ahiret günü cehennem azabından nasıl kurtarabileceklerdir?
Hz. Peygamber açıkça kızını bile kurtaramayacağını söylediği halde bu hoca müsveddeleri/çakma ilahiyatçılar/yarım hocalar/sözde akademisyenler Hz. Muhammed’in ümmetini toptan cehennemden kurtaracağını nasıl iddia edebilirler?
Bu yarım hocalar neye ve kime güveniyorlar? Delilleri nedir?
Hz. Peygamber’in otoritesini istismar ettiklerini hiç mi düşünmüyorlar?
Bu aklı kıt adamlar bunun hesabını nasıl verecekler?
Bu büyük vebalin altından nasıl kalkacaklar?
Aynı şekilde Hz. Peygamber’in hırsızlık yapan bir kadının bağışlanması için aracılık yapmaya yeltenenlere; “Allah’ın hükümlerinden birini uygulamamam için aracılık mı ediyorsunuz?…”[10] şeklindeki tepkisi Hz. Muhammed’in Yüce Allah ile “günahkâr kul” arasına girerek şefaatçi ve kayırıcı olmayacağının apaçık bir delili değil midir?
Fiilî görev yeri dünyada kendisine verilmeyen böyle bir yetki, nasıl olur da hükmün sadece Yüce Allah’a ait olduğu o günde ona verilebilir?[11]
Dolayısıyla Hz. Peygamber’in kendisinden böyle bir şefaat umabileceklerin aşırı beklentilere kapılmasına müsaade etmediğinin anlaşılması/bilinmesi gerekmektedir. Çünkü o; “Ve en yakınları[ndan başlayarak erişebildiğin herkesi] uyar”[12] âyeti geldikten sonra yakın çevresini toplamış ve onlara; “Ey Kureyş topluluğu! Ey Benî Abdilmuttalip! Ey Abbâs b. Abdilmuttalip! Ey Sâfiyye! Ey Fatıma!” diyerek, “Kendilerine Allah katında herhangi bir yardımının olamayacağını, herkesin dünyadayken kendisini kurtaracak sâlih ameller işlemesi gerektiğini”[13] söylemiştir.
Görüldüğü üzere Hz. Peygamber, başta ailesi ve yakın akrabaları olmak üzere tüm mü’minlere bireysel görev ve sorumluluklarını hatırlatmış, “ahiret günü kendi hesaplarını kendilerinin vereceği ilkesini”[14] onların zihinlerine yerleştirmiştir/nakşetmiştir. Bu itibarla, gerek zayıf ve mevzû hadisleri gerekse de efsane, mitoloji, hikâye ve masalları anlatarak insanları yanıltmak ve Hz. Peygamber’i olduğundan farklı göstermek/tanıtmak doğru değildir. Çünkü peygamberlerin de Yüce Allah’ın buyruklarına muhatap olma açısından diğer insanlardan hiçbir farkları yoktur. Onlar da herkes gibi Yüce Allah’ın emirlerine harfiyen boyun eğmek zorundadır. Zira Kur’ân; “Elbette kendilerine peygamber gönderilenlere de, gönderilen peygamberlere de soracağız”[15] derken onların da sorumluluk sahibi olduklarını, yaptıklarının onlara da sorulacağını ve toplumları hakkında şahitlik edeceklerini haber vermektedir.[16]
Dolayısıyla tüm bu âyet ve sahih hadisler ortadayken hâlâ inatla ve ısrarla yanlış temeller üzerine bina edilen “sakat şefaat anlayışına” sahip çıkmak ve bunu körü körüne savunmak ne kadar doğrudur?
Öte yandan gerek peygamberlerin, gerekse velîlerin kayıtsız şartsız ya da kendiliklerinden şefaat ve aracılık yapabilecekleri yolundaki yaygın inanç zaten âyetlerle reddedilmektedir.[17] Çünkü şefaate hak kazanabilmek için “Yüce Allah’ın iznine ihtiyaç bulunmakta,[18] O’nun varlığına ve birliğine tereddütsüz bir imana sahip olunması gerekmekte, dünyadayken tövbeleri ve olumlu çabalarıyla Yüce Allah’ın bağışlamasını ve rızasını elde etme şartı” bulunmaktadır.[19]
Dolayısıyla büyük günah sahipleri Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine kesin olarak inanmış olmaları, tövbe etmeleri, samimi olduklarını ispat etmeleri kaydı şartıyla, peygamberlere ve diğer sâlih kullara verilecek şefaat izni (Allah’ın takdiri sonucu bağışlanmayı hak eden tövbekâr kula veya cennetteki derecesi artırılacak mü’mine “ödülünü takdim etme şerefi”) sayesinde Yüce Allah’ın bağışlamasıyla karşılaşabileceklerdir.[20]
Peygambere verilecek şefaat hakkı peygamber için bir “onurlandırma” olduğu kadar, onun ümmetinden affı hak eden tövbekâr kul için veyahut cennetteki derecesi yükseltilecek müttakî mü’min için de “şeref” olarak görülebilir. Bu itibarla, böyle bir şefaati hak edebilmek için daha dünyadayken büyük günahlara tövbe edilmesi, sonrasında da o günahları affettirmek için dürüst ve erdemli davranışlar ortaya konulması şarttır.
Diğer taraftan yanlış bir şefaat anlayışının sadece dinî açıdan değil, aynı zamanda, sosyal, hukukî ve siyasî sonuçları bakımından da zararlarının olduğu muhakkaktır. Çünkü yanlış şefaat anlayışının egemen olduğu toplumlarda “ferdin değeri, kişisel sorumluluğu ve adalet ilkesi” rahatlıkla göz ardı edilebilmekte ve hayatın işleyişi tamamen imtiyazlı kişi ve sınıfların güdümüne terk edilebilmektedir. Böyle toplumlarda ise “ilkeler” değil “kişiler”, “hak ve adalet” değil “kayırma ve iltimaslar”egemen olabilmektedir.[21]
Dolayısıyla yanlış şefaat anlayışının İslâm’a uygun olmadığı ve hayatın bütün alanlarına menfî etkilerinin söz konusu olduğu anlaşılmaktadır.[22]
Bu itibarla Kur’ân’ın; “Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve dünyada iken size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız…”[23] diyerek “bireyin şahsî sorumluluğunu esas aldığı gerçeği” üzerinde sağlıklı tefekkürün şart olduğu açıktır/ortadadır.