Son birkaç yüzyıldır İslam ülkeleri pek çok toplumsal sorunlarla karşı karşıya bulunmakta, çoğu kimse de bu sorunların nedeni olarak Kur’an yorumlamaları / okumalarını işaret etmektedir. Kur’an gerçekten düşünceyi, gelişmeyi engeller mi? Yoksa, tam tersi olarak gelişmenin ilerlemenin kaynağında mı yer alır? Bu soruların cevabını Kur’an metni ve tarihsel süreçte ortaya çıkan bilimsel gelişmelerde arayabiliriz.
Kur’an’ın ifadesi ile Allah, tüm toplumlara, özellikle de büyük ahlaki sorunlar yaşayan toplumlara toplumsal sorunların çözümü için “elçiler” göndermiştir. Elçiler, içerisine gönderilen toplumun dilini kullanarak, Tanrı’nın buyruklarını iletmeye çalışmışlardır. Elçiler, toplumla iletişim kurarken kullanılan dilin yüzyıllar içerisinde oluşturdukları kavramları kullanmışlardır. Yine Kur’an, Allah tarafından daha önceden gönderilmiş olan dini inanç sistemlerinin insanoğlu eliyle tahrif edildiğini ifade eder ki, din bilimleri üzerine yapılmış olan çalışmalarla arkeolojik araştırmalar bu gerçeği işaret etmektedir. Nitekim, insanoğlunun ilk yerleşim yerlerinden birisi olarak gösterilen Urfa Göbekli Tepe’de tespit edilen mabedin, din hakkındaki birtakım söylemleri ve iddiaları değiştirebileceği anlaşılmaktadır.
Yeniden konumuza dönecek olursak Kur’an, Hz. Muhammed vasıtası ile insanları herhangi dil, din ve ırk ayrımı yapmadan Tanrı’nın birliğine inanmaya davet etmiştir. Yeni dini inanç sistemi, Tanrı ile insan arasında aracı bulunmaması gerektiğini (ruhban sınıfı), insan öldürmemeyi, zina ve hırsızlık yapmamayı, nikâhla yaşamayı, başkalarına iftira etmemeyi ve geçimini sağlamakta güçlük çekenlere yardımcı (zekât vermeyi) olmayı öneriyor, böylece Kur’an öğretilerinin insanlığa hizmet etmek ve erdemli bir toplum oluşturabilmeyi amaçladığı anlaşılıyor. Dört halife döneminden sonra yönetimi ele geçiren Emeviler zamanında Kur’an’ın getirdiği insani ve ahlaki değerler olduğu gibi dikkate alınmamış olsa bile Kur’an, getirdiği inanç sistemi ile yeni bir uygarlığın kapılarını aralamıştır. Aralanan bu kapıdan hem Doğulu toplumları hem de Batılı toplumları etkileyen ve bilimde çığır açan çok önemli bilim insanları yetişmiştir. Dünyayı aydınlatan bilim ve düşünürlere geçmeden önce, Kur’an’ın bizlere sunmuş olduğu bazı bilgilere değinmek uygun olacaktır.
Peygamber vefat ettikten sonra, düşünürler ve bilim insanları kutsal metinlerin daha iyi anlaşılması, daha mükemmel ve daha huzurlu bir toplumsal yapı oluşturabilmek amacı ile çeşitli yorumlamalara başvurmuşlardır. Kendi dönemlerinin şartları içerisinde yapılmış olan yorumlamaların samimi olduğunu belirtmek gerekir. Ancak toplumsal değişim gerçeğini çok az düşünür görebilmiş, onlar da yeterince etkili olamamışlardır. Bu çerçevede, dönemin mevcut bilgileri ile yoruma dayalı çeşitli ekoller (fırka) ortaya çıkmış, birtakım çelişme ve çatışmalara neden olsalar da inanç temelinde yeni bir uygarlığın kapılarını aralamıştır. Bu bağlamda düşünce tarihine tek Tanrı inancına dayalı yeni fikirler ve zenginlik kazandırmış, evrensel boyutta tüm toplumları etkilemiştir.
İslâmiyet öncesi Arap toplumunda “ilm” sözcüğü büyücülükle ilişkilendirilirken Kur’an, “ilm” sözcüğünü bugün kullandığımız anlamda kullanmıştır. Yani ilim kavramı, aklın yönetiminde mekân ve zaman terimleri temelinde olay ve olguların yapılarını, aralarındaki neden-sonuç bağlantılarının oluşturduğu ilişkileri anlamayı önermektedir. Ayrıca Kur’an, evrenin bilgi ve kudret sahibi bir yaratıcının eseri olduğunu, içinde bulunduğumuz evren ile öteki evren hakkında bilgiler vermekte, “varlık, niçin var?” sorusuna cevap verirken, kişioğlunun (insanoğlu) bu varoluş içerisindeki konumu hakkında bilgi verip anlamlandırmaya çalışmaktadır. Kur’an’a göre varlık, mümkün bir varlık olup yaratılmıştır ki bugün “karbon yöntemi” ile maddenin yaşı ölçülebilmektedir. Anlaşılabileceği gibi Kur’an, insan bilincinin oluşmasına ilk hareket noktası olarak inancı koyuyor, çok Tanrı inancı yerine tek Tanrı ve insan ve varlığın oluşumu hakkında ön bilgiler veriyor, betimlemeye fırsat tanıyor, düşünme ve araştırma yaklaşımlarının temellerini oluşturmaya çalışıyor, insanı diğer canlı varlıklardan ayıran vicdan duygusunu harekete geçirmeyi amaçlıyor.
Kur’an’ı yorumlama çabasında bulunan pek çok bilim insanı, dönemin bilgilerinden yararlanarak ayetleri açıklamaya çalışmışlardır. Ancak ayetleri oluşturan her sözcüğün birden fazla anlamı olmasına rağmen, dönemin bilgi türüne uygun yorumlamalar yapmışlardır. Bu da, daha sonraki dönemlerde bazı sorunlara neden olmuştur. Örneğin, dönemin müfessirleri Nazi’at suresi 30. ayeti yorumlarken “dehaha” sözcüğünü Batlamyus kuramından etkilenerek “yeri döşedik” anlamında değerlendirmiş, “dehaha” sözcünün ikinci anlamı olan “devekuşu yumurtası” benzetmesini kullanmamışlardır. Genelde bütün dinler insanın duygularına hitap eder, Kur’an’ın ise hem duyguları hem de aklı muhatap aldığı görülüyor. Kur’an, evrenin bilgi ve kudret sahibi bir yaratıcının eseri olduğunu söylüyor ve dini metinlerin anlaşılması ve yorumlanması hususunu insanlara bırakıyor. Kur’an, insan bilincinin oluşumu ve eyleme geçmesinde ilk ve önemli bir özellik olarak inancı ortaya koymakta, sonra da varlığın oluşumu hakkında bilgiler vermektedir. Kur’an metni bütünüyle incelendiğinde Kur’an, akılla tecrübi bilgi arasında ilişki kurmak yönüyle düşünen varlık olan insanı bilgilendirmeye çalışmaktadır. Kur’an, tecrübi bilgi ve değer arasında ilişkiler kurmakta, kendine inananları bu yönde bilinçlendirmek istemektedir. Bir başka deyişle, Kur’an bir taraftan varlığı dikkate almakta, diğer yönden Allah (metafizik-aşkın olan) hakkında bilgi vermektedir. Düşünme ve araştırma yaklaşımlarının temellerini oluşturmaya çalışmakta, tecrübe sonucunda ulaşılan bilgi türlerini keşfetmeyi, düşünen bir varlık olan insana bırakmaktadır. Var oluşu anlayabilmek ve bilgi biçimine dönüştürebilmek için, insanın yaratılıştan getirdiği düşünülen bilgilerle, tecrübe sonucunda ulaşılan bilgilerin birlikte değerlendirilmesine işaret etmektedir.
İlk Müslüman düşünürlerin bu gerçeği anladıkları görülmektedir. Başta Kindi, Farabi ve İbn Sina, İbn Rüşd, İbn Haldun, Katip Çelebi olmak üzere bazı önemli düşünürler, İslâm uygarlığının gelişimi için felsefi (düşünsel) sistematik bir yapı oluşturarak tüm toplumlara model olmayı sağlama çabası içerisine girmişler ve başarılı da olmuşlardır. Nitekim, Batı düşüncesinin Ortaçağ karanlığından sıyrılıp çıkışında -aşağıda değinileceği gibi- bu düşünürlerin önemli katkısı olmuştur. Kur’an’ın oluşturmaya çalıştığı yöntem yaklaşımının ilk meyveleri formel mantığın ele alınması ile ortaya çıkmaya başlıyor. Formel mantığın ele aldığı ve anlamaya çalıştığı insan zihninin işleyiş biçimlerini dikkate alan El-Kindi (M.S. 801-866), “Eşyanın Tanımları Üzerine” adlı risalesinde tümel ve sonsuz şeylerin bilinmesinin önemi üzerine dikkatleri çekmekte, ayrıca zaman, mekân ve hareketin birbirinden bağımsız olmadıkları görüşü üzerinde durduğu görülmektedir. Yine Kindi’nin din ile felsefenin hakikatin bilimi olduğu görüşünü ileri sürdüğü görülür ve bu tespitleri yaparken Kur’an’ı referans gösterir. Gerçeğin anlaşılmasında din ve bilim arasındaki ilişkilerin dikkate alınmasının gerekliliğini ileri sürer.
https://edepteknesi.com.tr
Kur’an’ın ifadesi ile Allah, tüm toplumlara, özellikle de büyük ahlaki sorunlar yaşayan toplumlara toplumsal sorunların çözümü için “elçiler” göndermiştir. Elçiler, içerisine gönderilen toplumun dilini kullanarak, Tanrı’nın buyruklarını iletmeye çalışmışlardır. Elçiler, toplumla iletişim kurarken kullanılan dilin yüzyıllar içerisinde oluşturdukları kavramları kullanmışlardır. Yine Kur’an, Allah tarafından daha önceden gönderilmiş olan dini inanç sistemlerinin insanoğlu eliyle tahrif edildiğini ifade eder ki, din bilimleri üzerine yapılmış olan çalışmalarla arkeolojik araştırmalar bu gerçeği işaret etmektedir. Nitekim, insanoğlunun ilk yerleşim yerlerinden birisi olarak gösterilen Urfa Göbekli Tepe’de tespit edilen mabedin, din hakkındaki birtakım söylemleri ve iddiaları değiştirebileceği anlaşılmaktadır.
Yeniden konumuza dönecek olursak Kur’an, Hz. Muhammed vasıtası ile insanları herhangi dil, din ve ırk ayrımı yapmadan Tanrı’nın birliğine inanmaya davet etmiştir. Yeni dini inanç sistemi, Tanrı ile insan arasında aracı bulunmaması gerektiğini (ruhban sınıfı), insan öldürmemeyi, zina ve hırsızlık yapmamayı, nikâhla yaşamayı, başkalarına iftira etmemeyi ve geçimini sağlamakta güçlük çekenlere yardımcı (zekât vermeyi) olmayı öneriyor, böylece Kur’an öğretilerinin insanlığa hizmet etmek ve erdemli bir toplum oluşturabilmeyi amaçladığı anlaşılıyor. Dört halife döneminden sonra yönetimi ele geçiren Emeviler zamanında Kur’an’ın getirdiği insani ve ahlaki değerler olduğu gibi dikkate alınmamış olsa bile Kur’an, getirdiği inanç sistemi ile yeni bir uygarlığın kapılarını aralamıştır. Aralanan bu kapıdan hem Doğulu toplumları hem de Batılı toplumları etkileyen ve bilimde çığır açan çok önemli bilim insanları yetişmiştir. Dünyayı aydınlatan bilim ve düşünürlere geçmeden önce, Kur’an’ın bizlere sunmuş olduğu bazı bilgilere değinmek uygun olacaktır.
Peygamber vefat ettikten sonra, düşünürler ve bilim insanları kutsal metinlerin daha iyi anlaşılması, daha mükemmel ve daha huzurlu bir toplumsal yapı oluşturabilmek amacı ile çeşitli yorumlamalara başvurmuşlardır. Kendi dönemlerinin şartları içerisinde yapılmış olan yorumlamaların samimi olduğunu belirtmek gerekir. Ancak toplumsal değişim gerçeğini çok az düşünür görebilmiş, onlar da yeterince etkili olamamışlardır. Bu çerçevede, dönemin mevcut bilgileri ile yoruma dayalı çeşitli ekoller (fırka) ortaya çıkmış, birtakım çelişme ve çatışmalara neden olsalar da inanç temelinde yeni bir uygarlığın kapılarını aralamıştır. Bu bağlamda düşünce tarihine tek Tanrı inancına dayalı yeni fikirler ve zenginlik kazandırmış, evrensel boyutta tüm toplumları etkilemiştir.
İslâmiyet öncesi Arap toplumunda “ilm” sözcüğü büyücülükle ilişkilendirilirken Kur’an, “ilm” sözcüğünü bugün kullandığımız anlamda kullanmıştır. Yani ilim kavramı, aklın yönetiminde mekân ve zaman terimleri temelinde olay ve olguların yapılarını, aralarındaki neden-sonuç bağlantılarının oluşturduğu ilişkileri anlamayı önermektedir. Ayrıca Kur’an, evrenin bilgi ve kudret sahibi bir yaratıcının eseri olduğunu, içinde bulunduğumuz evren ile öteki evren hakkında bilgiler vermekte, “varlık, niçin var?” sorusuna cevap verirken, kişioğlunun (insanoğlu) bu varoluş içerisindeki konumu hakkında bilgi verip anlamlandırmaya çalışmaktadır. Kur’an’a göre varlık, mümkün bir varlık olup yaratılmıştır ki bugün “karbon yöntemi” ile maddenin yaşı ölçülebilmektedir. Anlaşılabileceği gibi Kur’an, insan bilincinin oluşmasına ilk hareket noktası olarak inancı koyuyor, çok Tanrı inancı yerine tek Tanrı ve insan ve varlığın oluşumu hakkında ön bilgiler veriyor, betimlemeye fırsat tanıyor, düşünme ve araştırma yaklaşımlarının temellerini oluşturmaya çalışıyor, insanı diğer canlı varlıklardan ayıran vicdan duygusunu harekete geçirmeyi amaçlıyor.
Kur’an’ı yorumlama çabasında bulunan pek çok bilim insanı, dönemin bilgilerinden yararlanarak ayetleri açıklamaya çalışmışlardır. Ancak ayetleri oluşturan her sözcüğün birden fazla anlamı olmasına rağmen, dönemin bilgi türüne uygun yorumlamalar yapmışlardır. Bu da, daha sonraki dönemlerde bazı sorunlara neden olmuştur. Örneğin, dönemin müfessirleri Nazi’at suresi 30. ayeti yorumlarken “dehaha” sözcüğünü Batlamyus kuramından etkilenerek “yeri döşedik” anlamında değerlendirmiş, “dehaha” sözcünün ikinci anlamı olan “devekuşu yumurtası” benzetmesini kullanmamışlardır. Genelde bütün dinler insanın duygularına hitap eder, Kur’an’ın ise hem duyguları hem de aklı muhatap aldığı görülüyor. Kur’an, evrenin bilgi ve kudret sahibi bir yaratıcının eseri olduğunu söylüyor ve dini metinlerin anlaşılması ve yorumlanması hususunu insanlara bırakıyor. Kur’an, insan bilincinin oluşumu ve eyleme geçmesinde ilk ve önemli bir özellik olarak inancı ortaya koymakta, sonra da varlığın oluşumu hakkında bilgiler vermektedir. Kur’an metni bütünüyle incelendiğinde Kur’an, akılla tecrübi bilgi arasında ilişki kurmak yönüyle düşünen varlık olan insanı bilgilendirmeye çalışmaktadır. Kur’an, tecrübi bilgi ve değer arasında ilişkiler kurmakta, kendine inananları bu yönde bilinçlendirmek istemektedir. Bir başka deyişle, Kur’an bir taraftan varlığı dikkate almakta, diğer yönden Allah (metafizik-aşkın olan) hakkında bilgi vermektedir. Düşünme ve araştırma yaklaşımlarının temellerini oluşturmaya çalışmakta, tecrübe sonucunda ulaşılan bilgi türlerini keşfetmeyi, düşünen bir varlık olan insana bırakmaktadır. Var oluşu anlayabilmek ve bilgi biçimine dönüştürebilmek için, insanın yaratılıştan getirdiği düşünülen bilgilerle, tecrübe sonucunda ulaşılan bilgilerin birlikte değerlendirilmesine işaret etmektedir.
İlk Müslüman düşünürlerin bu gerçeği anladıkları görülmektedir. Başta Kindi, Farabi ve İbn Sina, İbn Rüşd, İbn Haldun, Katip Çelebi olmak üzere bazı önemli düşünürler, İslâm uygarlığının gelişimi için felsefi (düşünsel) sistematik bir yapı oluşturarak tüm toplumlara model olmayı sağlama çabası içerisine girmişler ve başarılı da olmuşlardır. Nitekim, Batı düşüncesinin Ortaçağ karanlığından sıyrılıp çıkışında -aşağıda değinileceği gibi- bu düşünürlerin önemli katkısı olmuştur. Kur’an’ın oluşturmaya çalıştığı yöntem yaklaşımının ilk meyveleri formel mantığın ele alınması ile ortaya çıkmaya başlıyor. Formel mantığın ele aldığı ve anlamaya çalıştığı insan zihninin işleyiş biçimlerini dikkate alan El-Kindi (M.S. 801-866), “Eşyanın Tanımları Üzerine” adlı risalesinde tümel ve sonsuz şeylerin bilinmesinin önemi üzerine dikkatleri çekmekte, ayrıca zaman, mekân ve hareketin birbirinden bağımsız olmadıkları görüşü üzerinde durduğu görülmektedir. Yine Kindi’nin din ile felsefenin hakikatin bilimi olduğu görüşünü ileri sürdüğü görülür ve bu tespitleri yaparken Kur’an’ı referans gösterir. Gerçeğin anlaşılmasında din ve bilim arasındaki ilişkilerin dikkate alınmasının gerekliliğini ileri sürer.
https://edepteknesi.com.tr