Sünnet, Hz. Peygamber’in yaşam tarzı ve onun sürekli yaptığı davranışlardır. Nitekim sünnet kelimesi sözlükte “yol” ve “gidişat” anlamlarına gelmektedir. Yani sünnet, “ara sıra ve gelişigüzel yapılan davranışları değil, âdet niteliğinde, devamlı ve sürekli, aynı zamanda bilinçli davranışları” ifade eder.
Bununla birlikte her İslâmî disiplin kendi açısından bir sünnet tanımı yapmış ve bunu yaparken de kendi döneminin şart ve ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmuştur. Hadisçilere göre sünnet “Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleri”; Fıkıhçılara göre “Hz. Peygamber’in farz ve vacip dışında yaptığı şeyler”;Usûlü fıkıhçılara göre “Hz. Peygamber’in Kur’an dışında getirdiği hükümler”; Kelâmcılara göre ise “bid’atin karşıtı olan şeyler”dir.
Oysa Hz. Peygamber’in sünneti bu tanımlamalara sığmayacak kadar önemli bir kavramdır ve hayatın her alanını kuşatır. Çünkü sünnet doğru tanımlanamadığı takdirde mü’minlerin Hz. Peygamber’i doğru anlaması ve onu örnek alması imkânsız hâle gelir. Bu itibarla çağın değişen şart ve ihtiyaçlarına göre sünneti yeniden tanımlamak ve yorumlamak kaçınılmazdır. Dolayısıyla sünneti “Hz. Peygamber’in örnekliğinden ilham alınarak çizilen yol ve belirlenen rota” şeklinde ifade etmek mümkündür. Sünnet, Hz. Peygamber’in her yaptığı değil “peygamber sıfatıyla yaptığı” ve mü’minlerden de yapılmasını istediği fiillerdir. Bu nedenle onun yaptığı her şeyi veya söylediği her sözü sünnet zannetmek ciddi sıkıntılara yol açabilir. Daha anlaşılır olması için bazı örnekler vererek konuyu açıklamaya çalışalım.
Mesela halı veya kilim üzerinde çorapla namaz kılmak sünnetken, peygamber zamanında olduğu gibi “toprak zeminde ve ayakkabıyla namaz kılmayı savunmak” sünnet değildir.
Uçakla veya hızlı trenle hacca gitmek sünnetken, ille de “deve ile hacca gitmeyi savunmak” ve insanlara bunu dayatmak sünnet değildir.
Ezan okurken “sesi en uzağa ulaştırmak için” mikrofon ve hoparlör kullanmak sünnetken, ille de “mikrofonsuz ve çıplak sesle ezan okumayı önermek” ya da “minareye çıkarak ezan okumayı savunmak”, ısrarla bunun sünnet olduğunu söylemek doğru değildir.
Yemeğe besmeleyle başlamak ve sağ el ile yemek yemek sünnetken, “kaşık kullanmadan üç parmakla veya sadece elle yemek” sünnet değildir. Zira o tarz bir yemek yeme kültürü Hz. Peygamber’in içinde bulunduğu sosyal çevrenin bir âdetidir.
Nitekim dünyada yemek yemek için üç türlü yöntemden söz edilmektedir. Doğrudan elleriyle yemek yiyenler insanlığın yüzde 40’ını oluşturmaktayken, çatal, kaşık ve bıçakla yemek yiyenler yüzde 30’unu ve çubuklarla yemek yiyenler ise diğer yüzde 30’nu oluşturmaktadır. Çubukların memleketi Çin’de “Kuai Zi” adı verilen bu iki ince çubuğu iyi kullanabilmek için zamana ve çabaya ihtiyaç vardır. Çinlilerin çubuk kullanmadaki ustalıkları yabancıların dikkatini çekmektedir. Bazı tıp uzmanları çubukları kullanırken insan vücudunda 30’dan fazla eklemin ve 50’den fazla kasın harekete geçtiğini, çubuk kullanmanın parmakların çevikliğine ve beynin gelişmesine son derece faydalı olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla eğer son peygamber Çin’den çıksaydı, bu tür sünnet anlayışını savunanlara göre “çubukla yemek yemeyi sünnet olarak dayatmak” gerekecekti. Oysa Hz. Peygamber’in örfen yaptığı bazı uygulamaları sünnet olarak değerlendirmek isabetli değildir.
Aynı şekilde kendi örf, adet ve geleneklerine göre hazırlanmış tesettüre uygun kıyafetler giymek sünnetken, ille de her kadına “çarşaf veya ferace”, erkeğe de “sarık, şalvar ve cübbe” giymeyi dayatmak sünnet değildir. Zira en son peygamber eğer Eskimoların arasından çıksaydı tüm müslümanlara “Eskimoların kıyafetlerine benzer elbiselergiymeyi sünnetin bir gereği olarak dayatmak” gerekecekti. Dolayısıyla belli bir kıyafeti sünnet olarak dayatmak yerine her coğrafyada yaşayan insanlara “o bölgenin iklimine, örf, âdet ve geleneklerine uygun” ancak “tesettürü sağlayan/gerçekleştiren” kıyafetler giymeleri gerektiğini söylemek sünnetin ta kendisidir.
Yine fakirlere ve dilencilere sadaka vermekle yetinmeyi veya onlara maddî yardım sağlamayı sünnet zannetmek doğru değilken, onları fakirlikten kurtaracak projeler gerçekleştirmek, balık tutmayı öğretmek, mesleki ehliyet kursları düzenlemek, girişimciliği özendirmek, yeni istihdam alanları oluşturmak, üretimi artırmak, kaliteye ve markaya yatırımlar yapmak ve tüm dünyaya bu malları ihraç edecek ortamlar oluşturmak sünnettir. Yoksa hâlâ işi sadaka boyutunda bırakmak, palyatif tedbirlerle oyalanmak, böyle bir anlayışı savunmak, “Fakirsin fakir kal! İşçisin işçi kal” zihniyetini savunanların ekmeğine yağ sürmek olacaktır ki bu da sünneti doğru anlamamak olarak değerlendirilebilir. Elbette sadaka vardır ve ihtiyaç sahiplerine de verilmelidir. Ancak sünnet olan, “balık vermek değil, balık tutmayı öğretmektir.” (Bu aradaki ince farkı fark edemeyerek bu satırların yazarını sadaka vermeye karşı biri gibi tanıtmak ciddi bir kul hakkı ihlalidir.) Çünkü sünnet, eylemlerin şeklinden ziyade onlara hayat veren özü, ilkeyi ve ruhu yakalayıp bunu çağa taşımak ve “Hz. Peygamber gelseydi acaba o bu konuda nasıl davranırdı” diyerek kendi döneminin ihtiyaçlarına ve problemlerine yeni çözümler üretmektir.
Aynı şekilde ağız ve diş sağlığı sünnetken ille de misvakla bunu yapmayı dayatmak sünnet değildir. Elbette misvak kullanmak ilgili bir sürü sahih hadis söz konusudur ve misvağın pek çok faydası da vardır. Dileyen misvak kullanmaya da devam edebilir. Ancak misvak kullanmaktaki amaç, “ağzın ve dişlerin temiz” tutulmasıdır. O dönemin şartlarında bu temizlik misvak ile mümkünken bugünün şartlarında “diş fırçası ve macun” ile de yapılmaktadır. Yani periyodik olarak diş doktoruna gidip dişleri temizlettirmek, dişlerin sağlığını ve temizliğini muhafaza etmek sünnetin ta kendisidir. Bu itibarla, modern tıptaki gelişmeleri dikkate almaksızın İslam ile yeni tanışmış bir Batılı entelektüele sünnet diyerek ille de misvak kullanmayı dayatmak Hz. Peygamber’in sünnetinin doğru anlaşılamadığının ve çağa taşınamayacağının bir delili olarak görülebilir. Kim bilebilir belki de iki asır sonra ağız ve diş sağlığı başka araçlarla temin edilebilecektir. Dolayısıyla sünnetin “amacının, gayesinin ve maksadının çok doğru belirlenmiş olması onun çağa taşınmasını” daha da kolay hale getirebilecektir. Aksi takdirde İslam’ı ve Hz. Peygamber’i insanlığa doğru bir şekilde tanıtmak mümkün olamayacaktır.
Diğer taraftan Hz. Peygamber’in herhangi bir konuyu dinî sıfatla yapmış olması o şeyin sünnet olması için yeterli bir neden değildir. Çünkü Hz. Peygamber’in bu konuda “açık ve doğrudan bir talepte bulunması ve müslümanlardan da bunu yapmalarını istemesi”gerekir. Mesela o, ezanın nasıl okunacağını, namazın nasıl kılınacağını, haccın nasıl yapılacağını göstermiş ve mü’minlerden de böyle yapmalarını istemiştir. Bu kesin talep, farziyet ifade ederken isteğe bağlı bir talep söz konusu ise bu takdirde “müstehap veya nafile” olur. Dolayısıyla Hayri Kırbaşoğlu’nun da ifade ettiği üzere sünnet, sadece farz ve vacip kategorisi dışında kalan nafileleri değil, “farz, vacip, mendup, müstehap, mekruh ve haram kategorilerini de içeren şemsiye bir kavram”dır. Bu nedenle sünnetin farz ve vacip dışındaki hükümlere indirgenmesi doğru değildir. Aksi takdirde Hz. Peygamber’in sünnetinin son derece önemsiz konulara indirgenmesi ve şekilde/kabukta kalması söz konusu olacaktır ki bu da yanlıştır.
Diğer taraftan Hz. Peygamber’in sünnetinin “hem bireysel hem toplumsal hem de evrensel boyutu” vardır. Nitekim Hz. Peygamber, Kur’an’ı insanlara iletmekle yetinmemiş, Medine’de İslam Devleti kurarak misyonuna/sünnetine “toplumsal bir boyut” da kazandırmıştır. O, Medine’de kurduğu İslam Devleti’nde “adaletsizlik, eğitimsizlik, fakirlik, işsizlik vs. gibi” konularla ilgilenmiş, hem bir peygamber hem de devlet başkanı olarak “toplumsal sorunlara” müdahele etmiş ve çok önemli icraatlarda bulunmuştur.
Ayrıca Hz. Peygamber tüm bunları yeterli görmemiş, evrensel ölçekte de düşünmüş ve İslam’ın diğer kavimlere/diyarlara da yayılması için diplomatik mektuplar yazdırmış ve elçilerle bu mektupları o devletlere göndermiştir. Hz. Peygamber böyle yaparak “temsil ettiği değerlerin tüm insanlığa kazandırılmasını, uluslararası planda bu değerlerin bilinmesini ve egemen olmasını” istemiştir. Dolayısıyla onun bu uygulamalarına bakarak sünnetin “kişisel”, “toplumsal” ve “evrensel” boyutu olduğu söylenebilir. Bu toplumsal ve evrensel/küresel misyonu göz ardı ederek onun sünnetini sadece “bireysel” alana hapsetmek, üstelik “şeklen ona benzemeyi yeterli görmek” Hz. Peygamber’in hedeflerinin doğru anlaşılmadığının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Çünkü sünnet, Kur’an ile içiçe ve uyumludur; Kur’an’ın hayata açılımıdır; Kur’an’ın bireysel, toplumsal ve evrensel hayata nasıl aktarılacağını gösteren bir modeldir; nebevî tefsirdir. İşte bu nedenledir ki Hz. Aişe, Hz. Peygamber’in ahlâkını “Kur’an ahlâkı” olarak nitelemiştir. Nitekim Hz. Peygamber’e “yaşayan Kur’an” denilmesinin nedeni de budur.
Bu bakımdan dünyadaki müslümanlara düşen görev Hayri Kırbaşoğlu’nun da ifade ettiği üzere Hz. Peygamber’in yaptığının “aynısını” değil, çağın ihtiyaçlarına göre “benzerini” yapmaktır. Bugünün şartlarına göre onun temsil ettiği ilke ve hedefleri göz önüne alarak yeni bir yorumla ve yeni bir ruh ile “toplumsal, bölgesel ve küresel ölçekte zulüm, sömürü, açlık, kıtlık, baskı ve çevre sorunlarıyla” mücadele etmek ve bunlara yeni çözüm önerileri geliştirmektir. Bunu yaparken de Hz. Peygamber’in yapıp ettiklerini kurumsallaştırmak ve bunları en güzel metotla hayata geçirmektir. Zira Kur’an, müslümanları; “Siz insanlar için (tarih sahnesine) çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz” (Âl-i İmrân, 3/110) şeklinde tanıtmakta ve onlara çok önemli görevler yüklemektedir.
https://edepteknesi.com.tr
Bununla birlikte her İslâmî disiplin kendi açısından bir sünnet tanımı yapmış ve bunu yaparken de kendi döneminin şart ve ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmuştur. Hadisçilere göre sünnet “Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleri”; Fıkıhçılara göre “Hz. Peygamber’in farz ve vacip dışında yaptığı şeyler”;Usûlü fıkıhçılara göre “Hz. Peygamber’in Kur’an dışında getirdiği hükümler”; Kelâmcılara göre ise “bid’atin karşıtı olan şeyler”dir.
Oysa Hz. Peygamber’in sünneti bu tanımlamalara sığmayacak kadar önemli bir kavramdır ve hayatın her alanını kuşatır. Çünkü sünnet doğru tanımlanamadığı takdirde mü’minlerin Hz. Peygamber’i doğru anlaması ve onu örnek alması imkânsız hâle gelir. Bu itibarla çağın değişen şart ve ihtiyaçlarına göre sünneti yeniden tanımlamak ve yorumlamak kaçınılmazdır. Dolayısıyla sünneti “Hz. Peygamber’in örnekliğinden ilham alınarak çizilen yol ve belirlenen rota” şeklinde ifade etmek mümkündür. Sünnet, Hz. Peygamber’in her yaptığı değil “peygamber sıfatıyla yaptığı” ve mü’minlerden de yapılmasını istediği fiillerdir. Bu nedenle onun yaptığı her şeyi veya söylediği her sözü sünnet zannetmek ciddi sıkıntılara yol açabilir. Daha anlaşılır olması için bazı örnekler vererek konuyu açıklamaya çalışalım.
Mesela halı veya kilim üzerinde çorapla namaz kılmak sünnetken, peygamber zamanında olduğu gibi “toprak zeminde ve ayakkabıyla namaz kılmayı savunmak” sünnet değildir.
Uçakla veya hızlı trenle hacca gitmek sünnetken, ille de “deve ile hacca gitmeyi savunmak” ve insanlara bunu dayatmak sünnet değildir.
Ezan okurken “sesi en uzağa ulaştırmak için” mikrofon ve hoparlör kullanmak sünnetken, ille de “mikrofonsuz ve çıplak sesle ezan okumayı önermek” ya da “minareye çıkarak ezan okumayı savunmak”, ısrarla bunun sünnet olduğunu söylemek doğru değildir.
Yemeğe besmeleyle başlamak ve sağ el ile yemek yemek sünnetken, “kaşık kullanmadan üç parmakla veya sadece elle yemek” sünnet değildir. Zira o tarz bir yemek yeme kültürü Hz. Peygamber’in içinde bulunduğu sosyal çevrenin bir âdetidir.
Nitekim dünyada yemek yemek için üç türlü yöntemden söz edilmektedir. Doğrudan elleriyle yemek yiyenler insanlığın yüzde 40’ını oluşturmaktayken, çatal, kaşık ve bıçakla yemek yiyenler yüzde 30’unu ve çubuklarla yemek yiyenler ise diğer yüzde 30’nu oluşturmaktadır. Çubukların memleketi Çin’de “Kuai Zi” adı verilen bu iki ince çubuğu iyi kullanabilmek için zamana ve çabaya ihtiyaç vardır. Çinlilerin çubuk kullanmadaki ustalıkları yabancıların dikkatini çekmektedir. Bazı tıp uzmanları çubukları kullanırken insan vücudunda 30’dan fazla eklemin ve 50’den fazla kasın harekete geçtiğini, çubuk kullanmanın parmakların çevikliğine ve beynin gelişmesine son derece faydalı olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla eğer son peygamber Çin’den çıksaydı, bu tür sünnet anlayışını savunanlara göre “çubukla yemek yemeyi sünnet olarak dayatmak” gerekecekti. Oysa Hz. Peygamber’in örfen yaptığı bazı uygulamaları sünnet olarak değerlendirmek isabetli değildir.
Aynı şekilde kendi örf, adet ve geleneklerine göre hazırlanmış tesettüre uygun kıyafetler giymek sünnetken, ille de her kadına “çarşaf veya ferace”, erkeğe de “sarık, şalvar ve cübbe” giymeyi dayatmak sünnet değildir. Zira en son peygamber eğer Eskimoların arasından çıksaydı tüm müslümanlara “Eskimoların kıyafetlerine benzer elbiselergiymeyi sünnetin bir gereği olarak dayatmak” gerekecekti. Dolayısıyla belli bir kıyafeti sünnet olarak dayatmak yerine her coğrafyada yaşayan insanlara “o bölgenin iklimine, örf, âdet ve geleneklerine uygun” ancak “tesettürü sağlayan/gerçekleştiren” kıyafetler giymeleri gerektiğini söylemek sünnetin ta kendisidir.
Yine fakirlere ve dilencilere sadaka vermekle yetinmeyi veya onlara maddî yardım sağlamayı sünnet zannetmek doğru değilken, onları fakirlikten kurtaracak projeler gerçekleştirmek, balık tutmayı öğretmek, mesleki ehliyet kursları düzenlemek, girişimciliği özendirmek, yeni istihdam alanları oluşturmak, üretimi artırmak, kaliteye ve markaya yatırımlar yapmak ve tüm dünyaya bu malları ihraç edecek ortamlar oluşturmak sünnettir. Yoksa hâlâ işi sadaka boyutunda bırakmak, palyatif tedbirlerle oyalanmak, böyle bir anlayışı savunmak, “Fakirsin fakir kal! İşçisin işçi kal” zihniyetini savunanların ekmeğine yağ sürmek olacaktır ki bu da sünneti doğru anlamamak olarak değerlendirilebilir. Elbette sadaka vardır ve ihtiyaç sahiplerine de verilmelidir. Ancak sünnet olan, “balık vermek değil, balık tutmayı öğretmektir.” (Bu aradaki ince farkı fark edemeyerek bu satırların yazarını sadaka vermeye karşı biri gibi tanıtmak ciddi bir kul hakkı ihlalidir.) Çünkü sünnet, eylemlerin şeklinden ziyade onlara hayat veren özü, ilkeyi ve ruhu yakalayıp bunu çağa taşımak ve “Hz. Peygamber gelseydi acaba o bu konuda nasıl davranırdı” diyerek kendi döneminin ihtiyaçlarına ve problemlerine yeni çözümler üretmektir.
Aynı şekilde ağız ve diş sağlığı sünnetken ille de misvakla bunu yapmayı dayatmak sünnet değildir. Elbette misvak kullanmak ilgili bir sürü sahih hadis söz konusudur ve misvağın pek çok faydası da vardır. Dileyen misvak kullanmaya da devam edebilir. Ancak misvak kullanmaktaki amaç, “ağzın ve dişlerin temiz” tutulmasıdır. O dönemin şartlarında bu temizlik misvak ile mümkünken bugünün şartlarında “diş fırçası ve macun” ile de yapılmaktadır. Yani periyodik olarak diş doktoruna gidip dişleri temizlettirmek, dişlerin sağlığını ve temizliğini muhafaza etmek sünnetin ta kendisidir. Bu itibarla, modern tıptaki gelişmeleri dikkate almaksızın İslam ile yeni tanışmış bir Batılı entelektüele sünnet diyerek ille de misvak kullanmayı dayatmak Hz. Peygamber’in sünnetinin doğru anlaşılamadığının ve çağa taşınamayacağının bir delili olarak görülebilir. Kim bilebilir belki de iki asır sonra ağız ve diş sağlığı başka araçlarla temin edilebilecektir. Dolayısıyla sünnetin “amacının, gayesinin ve maksadının çok doğru belirlenmiş olması onun çağa taşınmasını” daha da kolay hale getirebilecektir. Aksi takdirde İslam’ı ve Hz. Peygamber’i insanlığa doğru bir şekilde tanıtmak mümkün olamayacaktır.
Diğer taraftan Hz. Peygamber’in herhangi bir konuyu dinî sıfatla yapmış olması o şeyin sünnet olması için yeterli bir neden değildir. Çünkü Hz. Peygamber’in bu konuda “açık ve doğrudan bir talepte bulunması ve müslümanlardan da bunu yapmalarını istemesi”gerekir. Mesela o, ezanın nasıl okunacağını, namazın nasıl kılınacağını, haccın nasıl yapılacağını göstermiş ve mü’minlerden de böyle yapmalarını istemiştir. Bu kesin talep, farziyet ifade ederken isteğe bağlı bir talep söz konusu ise bu takdirde “müstehap veya nafile” olur. Dolayısıyla Hayri Kırbaşoğlu’nun da ifade ettiği üzere sünnet, sadece farz ve vacip kategorisi dışında kalan nafileleri değil, “farz, vacip, mendup, müstehap, mekruh ve haram kategorilerini de içeren şemsiye bir kavram”dır. Bu nedenle sünnetin farz ve vacip dışındaki hükümlere indirgenmesi doğru değildir. Aksi takdirde Hz. Peygamber’in sünnetinin son derece önemsiz konulara indirgenmesi ve şekilde/kabukta kalması söz konusu olacaktır ki bu da yanlıştır.
Diğer taraftan Hz. Peygamber’in sünnetinin “hem bireysel hem toplumsal hem de evrensel boyutu” vardır. Nitekim Hz. Peygamber, Kur’an’ı insanlara iletmekle yetinmemiş, Medine’de İslam Devleti kurarak misyonuna/sünnetine “toplumsal bir boyut” da kazandırmıştır. O, Medine’de kurduğu İslam Devleti’nde “adaletsizlik, eğitimsizlik, fakirlik, işsizlik vs. gibi” konularla ilgilenmiş, hem bir peygamber hem de devlet başkanı olarak “toplumsal sorunlara” müdahele etmiş ve çok önemli icraatlarda bulunmuştur.
Ayrıca Hz. Peygamber tüm bunları yeterli görmemiş, evrensel ölçekte de düşünmüş ve İslam’ın diğer kavimlere/diyarlara da yayılması için diplomatik mektuplar yazdırmış ve elçilerle bu mektupları o devletlere göndermiştir. Hz. Peygamber böyle yaparak “temsil ettiği değerlerin tüm insanlığa kazandırılmasını, uluslararası planda bu değerlerin bilinmesini ve egemen olmasını” istemiştir. Dolayısıyla onun bu uygulamalarına bakarak sünnetin “kişisel”, “toplumsal” ve “evrensel” boyutu olduğu söylenebilir. Bu toplumsal ve evrensel/küresel misyonu göz ardı ederek onun sünnetini sadece “bireysel” alana hapsetmek, üstelik “şeklen ona benzemeyi yeterli görmek” Hz. Peygamber’in hedeflerinin doğru anlaşılmadığının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Çünkü sünnet, Kur’an ile içiçe ve uyumludur; Kur’an’ın hayata açılımıdır; Kur’an’ın bireysel, toplumsal ve evrensel hayata nasıl aktarılacağını gösteren bir modeldir; nebevî tefsirdir. İşte bu nedenledir ki Hz. Aişe, Hz. Peygamber’in ahlâkını “Kur’an ahlâkı” olarak nitelemiştir. Nitekim Hz. Peygamber’e “yaşayan Kur’an” denilmesinin nedeni de budur.
Bu bakımdan dünyadaki müslümanlara düşen görev Hayri Kırbaşoğlu’nun da ifade ettiği üzere Hz. Peygamber’in yaptığının “aynısını” değil, çağın ihtiyaçlarına göre “benzerini” yapmaktır. Bugünün şartlarına göre onun temsil ettiği ilke ve hedefleri göz önüne alarak yeni bir yorumla ve yeni bir ruh ile “toplumsal, bölgesel ve küresel ölçekte zulüm, sömürü, açlık, kıtlık, baskı ve çevre sorunlarıyla” mücadele etmek ve bunlara yeni çözüm önerileri geliştirmektir. Bunu yaparken de Hz. Peygamber’in yapıp ettiklerini kurumsallaştırmak ve bunları en güzel metotla hayata geçirmektir. Zira Kur’an, müslümanları; “Siz insanlar için (tarih sahnesine) çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz” (Âl-i İmrân, 3/110) şeklinde tanıtmakta ve onlara çok önemli görevler yüklemektedir.
https://edepteknesi.com.tr