Havâssu’l-Kur’ân’ın en birinci istinadgâhı Kur’ân-ı Azîm’dir.45 Nitekim Hz. Peygamber bir kısım hadislerinde çeşitli sûrelerin havâssına ait beyanâtta bulunmuştur. Mesela “Her kim evine girdiği zaman Kul huvallahu ehadi okursa, hem kendi ev halkından hem de komşularından fakirliği savmış olur.”46 Veya “Her kim Cumadan sonra el-Hamdu’yü (Fâtihayı), Muavvizeteyni ve İhlâsı yedişer defa okursa diğer bir cumaya kadar korunmuş olur”47 ya da “Kim Yâsîni yazar sonra onu içerse içine bin nur, bin bereket ve bin şifâ girer ve ondan bin tane dert çıkar gider”48 buyurmuştur. İbn Mesud’un naklettiği bir hadiste ise Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim geceleyin Bakara Sûresi’nin sonundan iki ayeti okursa o ona kifâyet eder.”49 Bu hadisin son kısmında zikredilen “ona kifâyet eder” ifadesi geniş bir anlam yelpazesinde açıklanmıştır. Şarihlere göre “Bakara Sûresi’nin sonundan iki ayetin okunması” her türlü kötülüğe ve şeytanın şerrine karşı yeterli olacağı gibi, insan ve cinnin kötülüğünü uzaklaştırmaya, bütün geceyi ibadetle geçirmeye de kifâyet eder.50
Öte yandan Kur’ân’ın kendisini açıkça “şifâ” olarak nitelemesi dikkat çekmektedir. Bu meyanda “Kur’ân-ı Kerîm’in sûre ve âyetlerinin kendilerine özgü havâssının bulunduğunu ileri süren müfessirler, bu görüşlerine delil olarak onun şifâ olduğunu bildiren âyetleri göstermektedirler. Bazı âyetlerde Kur’ân’ın bir şifâ olduğu bildirilirse de bu âyetlerde şifâ kelimesinin iman, mev’iza, rahmet ve hidâyet kelimeleriyle birlikte kullanılması (bk. Yûnus 10/57; el-İsrâ 17/82; Fussilet 41/44), özellikle Yûnus sûresinin 57. âyetinde “gönüllerdekine şifâ” açıklamasının yer alması, Kur’ân-ı Kerîm’in ahlâkî ve manevî hastalıkları tedavi edici rolünü göstermekte, ayrıca cismanî hastalıkları iyileştirici bir tesire sahip olduğuna dair bir âyet bulunmamaktadır.”51 Fakat psikolojik rahatlığın insan biyo-kimyâsı üzerindeki müspet etkileri göz önüne alındığında manevî tedavinin boyutunun genişlediği düşünülebilir.
Hz. Peygamber’in Fedâilul-Kur’ân ve duâ gibi konuların yanı sıra özellikle tıpla alakalı bazı hadisleri Havâssu’l-Kur’ân’ın ikinci dayanağı olmuştur. Hz. Peygamber’in tedavi amaçlı en çok kullandığı sûrelerden birisi Muavvizâttır (İhlâs, Felak ve Nas). Hz. Aişe’den gelen rivayette şöyle denilmektedir. “Hz. Peygamber şikâyeti olduğunda Muavvizât’ı okur ve kendisine üflerdi. Ağrısı şiddetlendiğinde ben okur ve bereketini umarak onun eliyle vücudu meshederdim.”52 Meşhur hadis şarihlerinden İbn Battâl (ö.449/1057) konuyla ilgili şu açıklamayı yapmaktadır: “Muavvizeteynle rukye yapmada bütün yaratılmışların, sihir yapıp üfleyenlerin, hased edenlerin, şeytânın ve onun verdiği vesvesenin şerrinden Allah’a sığınmak vardır. Muavvizeteyn ekseriyetle istenmeyen şeylerin hepsini kapsayıcı bir duâdır. Bu nedenle Hz. Peygamber Muavvizeteyn ile rukye yapardı. İlgili hadis sadece Allah’ın kitâbı, isimleri ve sıfatıyla rukye yapılacağını gösteren asıldır.53 Bu tür tedavi “tıbb-ı rûhânî”dir. Bu anlamda Muavvizeteyn ve Allah’ın diğer isimleriyle rukye yapmak tıbb-ı rûhânîdir. İyi insanların diliyle yapıldığı zaman Allahın izniyle şifâ meydana gelir. Ancak bu da nadir bulunduğu için insanlar cismanî tıbba yönelmişler”54 ve tıbb-ı rûhânî adeta Havâs ilmine tevdi’ edilmiştir. Esasen Hz. Peygamber’in fiili olarak tedavi amacıyla okuma şeklinde Kur’ân’dan faydalandığı bilinen bir husustur. İbn Battâl’a göre Allah’ın kitâbıyla okuyup üflemek hastalıklara bir şifâdır. Kim böyle yaparsa isâbet etmiş ve bu fiilinde Allah’ın elçisine uymuştu. 55 İbn Hacer’in (ö.852/1448) kaydettiğine göre âlimler şu üç şartın yerine getirilmesi halinde rukye yapmanın caiz olduğunda icma‘ etmişlerdir. Birincisi rukyenin Allah’ın kelamıyla ya da isim ve sıfatlarıyla yapılması; ikincisi Arapçayla veya manası bilinen başka bir lisanla yapılması; üçüncüsü ortaya çıkacak tesirin rukyenin kendisiyle değil bilakis Allah’ın iradesiyle olduğuna inanılması.56
Tıbb-ı Nebevî’yi tamamen inanca dayandıran İbn Haldun (ö.808/1406) ise şerî kaynaklarda nakledilen tıbbın vahiyle bir ilgisinin bulunmadığını, bunların Araplar arasında bilinen şeyler olduğunu ve Hz. Peygamberin beşer olmasından kaynaklandığını belirtir. Çünkü Hz. Peygamber dinî hükümleri öğretmek için gönderilmiştir, tıp ya da diğer ilimleri öğretmek için gönderilmemiştir. Bu nedenle Hz. Peygamberden nakledilen tıpla ilgili rivâyetler sadece teberrük amacıyla, bir inanç olaraktatbik edilebilir ve bunun iyi netice almada etkisi de görülür. Fakat bu etki tıbtan değil inançtan ileri gelir. Tıpkı balın, karın ağrısını tedavi etmesinde olduğu gibi.57 Bu açıdan bakıldığında Havâssu’lKur’ân’ın bir nevi duâ etmenin adâbı ve ihlâsla duâ etmenin sonuçları üzerine kurulmuş olduğu söylenebilir. Zaten Hz. Peygamber de duânın bu yönüne dikkat çekmiştir: “Siz gerçekten icabet edileceğine inanarak duâ ediniz. Biliniz ki Allah gaflet içinde meşgûl bir kalbin duâsını kabul etmez.”58
Havâssu’l-Kur’ân’ın dayanakları arasında en koyu müteşabihlerden olan hurûf-ı mukattaanın her çeşit sırrın menbaı olarak telakki edilmesinin de rolü olmuştur. Nitekim İmam Yâfî’nin (ö.768/1367) dediğine göre Gazâlî’nin (ö.505/1111) telif ettiği “Havâssu’l-Kur’ân” sûre başlarındaki şifreleri ele almıştır.59 Taşköprüzâde ise “İlmu Havâssi’l-Hurûf’ başlığı altında hurûf-ı mukattaanın havâssına atfen: “Bil ki sûrelerin başlangıçlarında zikredilen harflerin ve mutlak anlamda harflerin çok büyük havâssı faydaları vardır. Bunu ancak ehli olanlar bilir”60 der. İşte bu ifadeler hurûf-ı mukattaanın Havâssu’l-Kur’ân konusunda önemli rol oynadığını göstermektedir. Hurûf-ı mukattaa daha sonra ayetleri meydana getiren harflere de teşmil edilmiştir. Şemsu’l-Maârif’te konuyla ilgili şöyle denilir: “Ey kardeşim şunu bil ki, ayetlerdeki harflerin özellikleri çok şaşırtıcı ve hayret vericidir. Bunların faydaları da kezâ böyledir. Bunları ancak Ârif kimselerin pek azı anlar ve bilir.61
Bazı âlimlerise bu görüşe paralel biçimde “harfler ve isimlerle tasarrufta bulunmak şerefli bir ilim olup buna ancak o harflerin ve isimlerin özelliklerine uygun olan belli riyâzet şartlarına riayet etmekle ulaşılabilir”62 demektedirler. Ancak iş harflerle sınırlı kalmayıp sayılarla ilişkilendirilmiştir. Harflerle sayıların birbiriyle sıkı bir ilişkiye sokulması muhtemelen sayıların varlıktaki düzeni anlama; harflerin ise bunu ifadeye vesile olmasından kaynaklanmaktadır. Bununla beraber harfler ile sayılar arasındaki münasebet anlaşılması güç bir iştir. Çünkü bu, ilimler ve kıyaslamalar cinsinden bir şey değildir. Bu işle uğraşanların dayanağı zevk ve keşiftir.63
Havâssu’l-Kur’ân’ın teşekkülünde önemli bir yeri olduğu anlaşılan diğer bir etken Esmâ-i Hüsnâ yani Allah’ın güzel isimleridir. Bazı âlimlere göre Esmâ-i Hüsnâ ilmi ne şeriatçe ne de aklen inkâr edilemez ilimlerin en büyük sırlarından birisidir.64 Şunu belirtmek gerekir ki özellikle Tasavvufta çeşitli Esmâ’nın tesirleri tecrübe edilmiş ve mürşidin müridini irşad etmesinde en önemli umdelerden biri olarak yerini almıştır. Çünkü sûfî eğitiminde isimler sayıları belirli oranlarda anılmak sûretiyle kişide bir nur oluşturmaya başlarlar.65
Tasavvufta zikrin temelini umumiyetle Esmâ-i Hüsnâ oluşturmaktadır. Bazı mürşidler zikrin önemine atfen şöyle derler: “Tarikatın sırlarından birini tatmak isteyen, hakikatin nevilerinden birini kalp gözüyle görmek isteyen, Allah’ın huzurunda bulunma şuuruna ermiş bir kalple, mükemmel bir edeble, içten bir yönelme ile Allah’ı zikretmeğe devam etsin”.66 Böylece edebe riayet etmek şartıyla bu sırrın bizzat tecrübe edilebileceği ifade edilmektedir.
Esmâ-i Hüsnâ içerisinde bilhassa İsm-i A’zam’ın ayrı bir yeri vardır. Sıddık Hasan Hân (ö.1307/1890) Ebcedu’l-Ulûm adlı kitâbında “İsmi A’zamla tasarrufta bulunma ilmi” başlığı altında şunları söyler: “Ebû’l-Hayr (ö.440/1049) bu ilmin tefsirin alt dallarından birisi olduğunu, Peygamber ve evliyâ dışında bu ilme insanlardan çok az kişinin ulaştığını belirtmektedir. Bu yüzden bu ismin belirlenmesi hakkında kimse eser yazmamıştır. Çünkü âlemin fesada uğraması ve insanların düzeninin bozulmasına sebep olacağı için İsm-i A’zam’ın insanlara açıklanması asla uygun değildir. Bu konuda İmam Yâfî ve diğer bazı âlimler her ne kadar soru soranlara bir cevap olarak kıymetli kitap yazmışlarsa da bu kitaplara da güvenilemez. Zira bu ilim peygamberlere has kılınmış bir ilimdir.”67 Söylendiğine göre İslâm dünyasında Havâs ilminin öncüsü sayılan Hz. Ali, Fâtiha Sûresi’nin Kur’ân’ın başı, direği ve zirvesi olmasını da içerisinde İsm-i A’zam’ın bulunmasına bağlamıştır.”68 İsm-i A’zam telakkisi gerek İsmailiyye gerekse İmamiyye Şiasında da önemli bir yer tutmakta ve bu çevrelerde de telaffuz edilmesi halinde olağanüstü işleri başarma imkânı sağlayan ilâhî bir güç gibi algılanmaktadır.69
Bazı sûrelerin çok sayıda melek tarafından indirildiği bildirilmektedir. Mesela En’âm Sûresi’nin “Mekke’de bir gecede topyekûn biçimde yetmiş bin meleğin tesbihiyle indirildiği” nakledilmektedir.70 İşte bu tür ifadeler, her sûrenin, her ayetin ve hatta her harfin bir melekle ilgisi olduğu anlayışını pekiştirmiştir. Bu nedenle havâs kitaplarında her ismin hizmet meleğinden bahsedilir ve bazen o meleğin ismi de zikredilir. Bu isimler Cebrâil, Mikâil İsrâfil ve Azrâil adlarında olduğu gibi ekseriyetle “il” ekiyle bitmektedir. Örneğin “el-Melik” isminin hizmet meleği “Heyhelil”, “el-Cebbâr” İsminin “Recfeyâil”, “er-Rezzâk” isminin “Hehreyâil”dir.71 Aslında tabiat olaylarında da en küçük bir olayın mesela bir kar tanesinin ilgili melek tarafından indirilmesi, aynı zamanda kozmolojik bir birlikteliği harflere de aksettirmenin sonucudur.
Öte yandan Kur’ân’ın kendisini açıkça “şifâ” olarak nitelemesi dikkat çekmektedir. Bu meyanda “Kur’ân-ı Kerîm’in sûre ve âyetlerinin kendilerine özgü havâssının bulunduğunu ileri süren müfessirler, bu görüşlerine delil olarak onun şifâ olduğunu bildiren âyetleri göstermektedirler. Bazı âyetlerde Kur’ân’ın bir şifâ olduğu bildirilirse de bu âyetlerde şifâ kelimesinin iman, mev’iza, rahmet ve hidâyet kelimeleriyle birlikte kullanılması (bk. Yûnus 10/57; el-İsrâ 17/82; Fussilet 41/44), özellikle Yûnus sûresinin 57. âyetinde “gönüllerdekine şifâ” açıklamasının yer alması, Kur’ân-ı Kerîm’in ahlâkî ve manevî hastalıkları tedavi edici rolünü göstermekte, ayrıca cismanî hastalıkları iyileştirici bir tesire sahip olduğuna dair bir âyet bulunmamaktadır.”51 Fakat psikolojik rahatlığın insan biyo-kimyâsı üzerindeki müspet etkileri göz önüne alındığında manevî tedavinin boyutunun genişlediği düşünülebilir.
Hz. Peygamber’in Fedâilul-Kur’ân ve duâ gibi konuların yanı sıra özellikle tıpla alakalı bazı hadisleri Havâssu’l-Kur’ân’ın ikinci dayanağı olmuştur. Hz. Peygamber’in tedavi amaçlı en çok kullandığı sûrelerden birisi Muavvizâttır (İhlâs, Felak ve Nas). Hz. Aişe’den gelen rivayette şöyle denilmektedir. “Hz. Peygamber şikâyeti olduğunda Muavvizât’ı okur ve kendisine üflerdi. Ağrısı şiddetlendiğinde ben okur ve bereketini umarak onun eliyle vücudu meshederdim.”52 Meşhur hadis şarihlerinden İbn Battâl (ö.449/1057) konuyla ilgili şu açıklamayı yapmaktadır: “Muavvizeteynle rukye yapmada bütün yaratılmışların, sihir yapıp üfleyenlerin, hased edenlerin, şeytânın ve onun verdiği vesvesenin şerrinden Allah’a sığınmak vardır. Muavvizeteyn ekseriyetle istenmeyen şeylerin hepsini kapsayıcı bir duâdır. Bu nedenle Hz. Peygamber Muavvizeteyn ile rukye yapardı. İlgili hadis sadece Allah’ın kitâbı, isimleri ve sıfatıyla rukye yapılacağını gösteren asıldır.53 Bu tür tedavi “tıbb-ı rûhânî”dir. Bu anlamda Muavvizeteyn ve Allah’ın diğer isimleriyle rukye yapmak tıbb-ı rûhânîdir. İyi insanların diliyle yapıldığı zaman Allahın izniyle şifâ meydana gelir. Ancak bu da nadir bulunduğu için insanlar cismanî tıbba yönelmişler”54 ve tıbb-ı rûhânî adeta Havâs ilmine tevdi’ edilmiştir. Esasen Hz. Peygamber’in fiili olarak tedavi amacıyla okuma şeklinde Kur’ân’dan faydalandığı bilinen bir husustur. İbn Battâl’a göre Allah’ın kitâbıyla okuyup üflemek hastalıklara bir şifâdır. Kim böyle yaparsa isâbet etmiş ve bu fiilinde Allah’ın elçisine uymuştu. 55 İbn Hacer’in (ö.852/1448) kaydettiğine göre âlimler şu üç şartın yerine getirilmesi halinde rukye yapmanın caiz olduğunda icma‘ etmişlerdir. Birincisi rukyenin Allah’ın kelamıyla ya da isim ve sıfatlarıyla yapılması; ikincisi Arapçayla veya manası bilinen başka bir lisanla yapılması; üçüncüsü ortaya çıkacak tesirin rukyenin kendisiyle değil bilakis Allah’ın iradesiyle olduğuna inanılması.56
Tıbb-ı Nebevî’yi tamamen inanca dayandıran İbn Haldun (ö.808/1406) ise şerî kaynaklarda nakledilen tıbbın vahiyle bir ilgisinin bulunmadığını, bunların Araplar arasında bilinen şeyler olduğunu ve Hz. Peygamberin beşer olmasından kaynaklandığını belirtir. Çünkü Hz. Peygamber dinî hükümleri öğretmek için gönderilmiştir, tıp ya da diğer ilimleri öğretmek için gönderilmemiştir. Bu nedenle Hz. Peygamberden nakledilen tıpla ilgili rivâyetler sadece teberrük amacıyla, bir inanç olaraktatbik edilebilir ve bunun iyi netice almada etkisi de görülür. Fakat bu etki tıbtan değil inançtan ileri gelir. Tıpkı balın, karın ağrısını tedavi etmesinde olduğu gibi.57 Bu açıdan bakıldığında Havâssu’lKur’ân’ın bir nevi duâ etmenin adâbı ve ihlâsla duâ etmenin sonuçları üzerine kurulmuş olduğu söylenebilir. Zaten Hz. Peygamber de duânın bu yönüne dikkat çekmiştir: “Siz gerçekten icabet edileceğine inanarak duâ ediniz. Biliniz ki Allah gaflet içinde meşgûl bir kalbin duâsını kabul etmez.”58
Havâssu’l-Kur’ân’ın dayanakları arasında en koyu müteşabihlerden olan hurûf-ı mukattaanın her çeşit sırrın menbaı olarak telakki edilmesinin de rolü olmuştur. Nitekim İmam Yâfî’nin (ö.768/1367) dediğine göre Gazâlî’nin (ö.505/1111) telif ettiği “Havâssu’l-Kur’ân” sûre başlarındaki şifreleri ele almıştır.59 Taşköprüzâde ise “İlmu Havâssi’l-Hurûf’ başlığı altında hurûf-ı mukattaanın havâssına atfen: “Bil ki sûrelerin başlangıçlarında zikredilen harflerin ve mutlak anlamda harflerin çok büyük havâssı faydaları vardır. Bunu ancak ehli olanlar bilir”60 der. İşte bu ifadeler hurûf-ı mukattaanın Havâssu’l-Kur’ân konusunda önemli rol oynadığını göstermektedir. Hurûf-ı mukattaa daha sonra ayetleri meydana getiren harflere de teşmil edilmiştir. Şemsu’l-Maârif’te konuyla ilgili şöyle denilir: “Ey kardeşim şunu bil ki, ayetlerdeki harflerin özellikleri çok şaşırtıcı ve hayret vericidir. Bunların faydaları da kezâ böyledir. Bunları ancak Ârif kimselerin pek azı anlar ve bilir.61
Bazı âlimlerise bu görüşe paralel biçimde “harfler ve isimlerle tasarrufta bulunmak şerefli bir ilim olup buna ancak o harflerin ve isimlerin özelliklerine uygun olan belli riyâzet şartlarına riayet etmekle ulaşılabilir”62 demektedirler. Ancak iş harflerle sınırlı kalmayıp sayılarla ilişkilendirilmiştir. Harflerle sayıların birbiriyle sıkı bir ilişkiye sokulması muhtemelen sayıların varlıktaki düzeni anlama; harflerin ise bunu ifadeye vesile olmasından kaynaklanmaktadır. Bununla beraber harfler ile sayılar arasındaki münasebet anlaşılması güç bir iştir. Çünkü bu, ilimler ve kıyaslamalar cinsinden bir şey değildir. Bu işle uğraşanların dayanağı zevk ve keşiftir.63
Havâssu’l-Kur’ân’ın teşekkülünde önemli bir yeri olduğu anlaşılan diğer bir etken Esmâ-i Hüsnâ yani Allah’ın güzel isimleridir. Bazı âlimlere göre Esmâ-i Hüsnâ ilmi ne şeriatçe ne de aklen inkâr edilemez ilimlerin en büyük sırlarından birisidir.64 Şunu belirtmek gerekir ki özellikle Tasavvufta çeşitli Esmâ’nın tesirleri tecrübe edilmiş ve mürşidin müridini irşad etmesinde en önemli umdelerden biri olarak yerini almıştır. Çünkü sûfî eğitiminde isimler sayıları belirli oranlarda anılmak sûretiyle kişide bir nur oluşturmaya başlarlar.65
Tasavvufta zikrin temelini umumiyetle Esmâ-i Hüsnâ oluşturmaktadır. Bazı mürşidler zikrin önemine atfen şöyle derler: “Tarikatın sırlarından birini tatmak isteyen, hakikatin nevilerinden birini kalp gözüyle görmek isteyen, Allah’ın huzurunda bulunma şuuruna ermiş bir kalple, mükemmel bir edeble, içten bir yönelme ile Allah’ı zikretmeğe devam etsin”.66 Böylece edebe riayet etmek şartıyla bu sırrın bizzat tecrübe edilebileceği ifade edilmektedir.
Esmâ-i Hüsnâ içerisinde bilhassa İsm-i A’zam’ın ayrı bir yeri vardır. Sıddık Hasan Hân (ö.1307/1890) Ebcedu’l-Ulûm adlı kitâbında “İsmi A’zamla tasarrufta bulunma ilmi” başlığı altında şunları söyler: “Ebû’l-Hayr (ö.440/1049) bu ilmin tefsirin alt dallarından birisi olduğunu, Peygamber ve evliyâ dışında bu ilme insanlardan çok az kişinin ulaştığını belirtmektedir. Bu yüzden bu ismin belirlenmesi hakkında kimse eser yazmamıştır. Çünkü âlemin fesada uğraması ve insanların düzeninin bozulmasına sebep olacağı için İsm-i A’zam’ın insanlara açıklanması asla uygun değildir. Bu konuda İmam Yâfî ve diğer bazı âlimler her ne kadar soru soranlara bir cevap olarak kıymetli kitap yazmışlarsa da bu kitaplara da güvenilemez. Zira bu ilim peygamberlere has kılınmış bir ilimdir.”67 Söylendiğine göre İslâm dünyasında Havâs ilminin öncüsü sayılan Hz. Ali, Fâtiha Sûresi’nin Kur’ân’ın başı, direği ve zirvesi olmasını da içerisinde İsm-i A’zam’ın bulunmasına bağlamıştır.”68 İsm-i A’zam telakkisi gerek İsmailiyye gerekse İmamiyye Şiasında da önemli bir yer tutmakta ve bu çevrelerde de telaffuz edilmesi halinde olağanüstü işleri başarma imkânı sağlayan ilâhî bir güç gibi algılanmaktadır.69
Bazı sûrelerin çok sayıda melek tarafından indirildiği bildirilmektedir. Mesela En’âm Sûresi’nin “Mekke’de bir gecede topyekûn biçimde yetmiş bin meleğin tesbihiyle indirildiği” nakledilmektedir.70 İşte bu tür ifadeler, her sûrenin, her ayetin ve hatta her harfin bir melekle ilgisi olduğu anlayışını pekiştirmiştir. Bu nedenle havâs kitaplarında her ismin hizmet meleğinden bahsedilir ve bazen o meleğin ismi de zikredilir. Bu isimler Cebrâil, Mikâil İsrâfil ve Azrâil adlarında olduğu gibi ekseriyetle “il” ekiyle bitmektedir. Örneğin “el-Melik” isminin hizmet meleği “Heyhelil”, “el-Cebbâr” İsminin “Recfeyâil”, “er-Rezzâk” isminin “Hehreyâil”dir.71 Aslında tabiat olaylarında da en küçük bir olayın mesela bir kar tanesinin ilgili melek tarafından indirilmesi, aynı zamanda kozmolojik bir birlikteliği harflere de aksettirmenin sonucudur.