Havas Okulu ilmi Genel Makaleler | Esmalar | Vefk & Tılsım | Büyü Fal

Havas ilmi & Gizli ilimler

Havas İlminin Derinliklerine Yolculuk: Kadim Bilgelik ve Gizemli Sırlar

Düşünen Ruh mu, Beyin mi Yoksa Kalp midir?

Modaratör

Active member
İnsanoğlu ruh ve bedenden müteşekkil bir varlıktır. Bilinenin aksine tüm bedeni kontrol eden merkez “beyin” değil, beyindeki “beşerî ruh”tur. Yani “beşerî ruh”, çalışma mekânı olarak beyni kullanmakta ve bir orkestra şefi gibi tüm vücudu buradan yönetmektedir. Dolayısıyla özgür iradesiyle düşünen, akıl eden, sorgulayan, eleştiren, analiz yapan, hayal kuran, üretim yapan, ürettiği aletlere ve tabiattaki varlıklara isimler veren organ “beyin” veya “kalp” değil insanın canlı olmasını sağlayan, bedene hayat veren “beşerî ruh”tur. Zira beşerî ruh bedenden ayrıldığında “beyin” de “kalp” hiçbir işe yaramamakta ve tüm vücut bozulmaya, çürümeye ve toprak olmaya başlamaktadır.

Konuyu açıklamaya geçmeden evvel daha önce “Ruh Nedir” başlıklı makalemizde belirttiğimiz bazı hususları tekrarlamakta fayda mülahaza ediyoruz.

Bilindiği üzere “beşerî ruh”, “insanın bedenine hayat veren ve canlı kalmasını sağlayan”, “irade, bilinç, akıl, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi gibi boyutları” olan, mekân olarak beyni kullanan, Yüce Allah tarafından anne rahminde sperm ve yumurtanın birleşmesinden hemen sonra insana üflenen nefhadır. Ruh nurânî, latif ve Rabbanî bir cevherdir, insanoğlunun “hakikî varlığı” ve varlığının en temel unsurudur.

Ruh, madde içinde ama maddeden ayrı bir varlıktır. Ruh, cisim olmadığı için bozulmayan, parçalanmayan, eksilmeyen ve hayata anlam katan “can”dır. Çünkü insan, ruh ve bedenden oluşmakta ve hiçbiri tek başına insanı tanımlayamamaktadır. Ruhun dünya hayatında imtihan edilebilmesi için bir bedene ihtiyacı olduğu gibi bedenin de ruha ihtiyacı vardır.

Ruh, sadece ölümle birlikte bedenden ayrılmakta, ölüm haricinde bedenden bağımsız hareket edebilme özelliği bulunmamaktadır. Yani; sadece ölüm gerçekleştiğinde “beşerî ruh” geldiği yere geri dönmekte, (el-Bakara 2/156; el-A’râf 7/125) bu durumda beden cesede dönüşmektedir.

Kanaatimizce rüya ve aşkın dinî tecrübeler/üstün metafizik duygular esnasında bile ruhun bedenden ayrılması söz konusu değildir. Eğer öyle olsaydı beden canlılığını kaybeder ve cesede dönüşürdü. Oysa rüya esnasında bile beşerî ruh, bedendeki varlığını sürdürmekte ve görülen rüyadan “insan bedeni” etkilenmektedir. Aksi halde hoşa giden bir rüya esnasında erkek veya kadının “ihtilam olması” veyahut kâbus gören bir insanın “boncuk boncuk terleyip titremesi/korkması” izah edilemezdi.

Bu itibarla dünyada imtihan olan her insanın ruhu bu dünyadaki zaman ve mekânla sınırlıdır. Ruhun birlikte var olduğu bedeni dünyada bırakması, zamanı ve mekânı aşarak “geçmişe ya da geleceğe gitmesi” ya da bedenden ayrılarak “sağda solda dolaşması” veya öldükten sonra başka bir bedene geçmesi (tenasüh/reenkarnasyon) kesinlikle imkânsızdır. Bu tür iddialar, batıl dinlerden ödünç alınan ve İslâm’a yamanmaya/sokulmaya çalışılan yanlış, sapkın ve batıl itikatlardan/tasavvurlardan başkası değildir.

Ancak müttakî ve salih bir kulun ruhu, bedeninden ayrılmadan da “tefekkür, dua ve ibadet” esnasında “zihnen/manen” aşkın haller, yüksek manevî duygular ve farklı dinî tecrübeler yaşayabilir. Lakin bütün bu yaşadığı manevî haller sadece kendisini bağlar; bu esnada yaşadığı coşkun duyguları “kutsal gerçekler/ilahî ilhamlar/vahiy” diye anlatıp satamaz/ dayatamaz/savunamaz. Bir kısım sefihin yaptığı gibi; “Bunları ancak havassu’l-havas anlar, avam anlayamaz!” diyemez; böbürlenerek samimi mü’minleri küçümseyemez; sadece manevî kulluk tecrübesi olarak nakledebilir; Rabbe yakın olmak isteyenlerin böyle ulvî derecelere ulaşmalarının mümkün olduğunu söyleyebilir.

İşte bu nedenledir ki biz, ölüm sonrası bedenden ayrılan ve ruhlar âlemine intikal eden bir ruhun tekrar “berzah duvarını/perdesini/engelini aşarak” dünyaya gelebilmesinin asla ve kat’a mümkün olmadığına, ancak ikinci surun üfürülmesiyle bulunduğu yerden “eski veya misli bedenine” iade edilmesinin söz konusu olacağına inanıyoruz.

Zira ölen kişinin ruhu artık Yüce Allah’ın kontrolündedir (ez-Zümer 39/42) ve dünyaya geri dönmesi kesinlikle imkânsızdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, kıyamet günü ikinci surun üfürülmesiyle birlikte ruhların bedenlerle birleşeceğini (et-Tekvir 81/7), herkesin teker teker Allah’ın huzuruna çıkıp hesap vereceğini (Enâm, 6/94), sonrasında sevapları ağır gelenlerin cenneti hak edeceğini, günahları ağır basanların ise cehennemi boylayacaklarını (el-Mü’minûn 23/101-111; el-A’râf 7/8-9; el-Zilzâl 99/7-8) haber vermektedir.

Dolayısıyla “ölmüş kişilerin ruhlarının” zaman zaman dünyaya geldiği; şehitlerin, enbiyanın, evliyanın ve asfiyanın ruhaniyetinden istifade edildiği; onların ruhlarından feyz ve ilham alındığı şeklindeki iddialar/söylemler veyahut ruh çağırma seanslarıyla ruhların dünyaya gelip gittikleri şeklindeki “lakırdılar” tamamen içi boş söylemlerdir, hayal mahsulü ürünlerdir ve tamamen ciddi delillerden yoksun palavralardır. Aklı kıt insanların/aptalların/dar kafalıların inandığı mitolojik muhtevalı saçma sapan haberlerdir.

Bir başka ifadeyle bütün bunlar Câhiliye dönemi halk inanışlarının ve batıl dinlerin zırvalarının “uydurma rivayetler aracılığıyla” İslâm’a sokulması, kussâs (hikayeci vaizler) tarafından yaygın hale getirilmesi ve araştırma nedir bilmeyen “cahil din adamları/yarım hocalar/imamlar/dedeler/babalar/mollalar” (el-Maide 5/44, 63; et-Tevbe 9/34) marifetiyle sahiplenilip savunulmasından başka bir şey değildir. Beşinci ve altıncı sınıf kitaplara doldurulmuş bu tür saçmalıklara “din” diye inananlar, neye inandıklarını araştırmadan inandıkları ve savundukları için masum değil tam aksine suçludurlar. Zira Yüce Allah, herkese “kullansınlar diye” akıl gibi bir nimet bahşetmiştir.

Dolayısıyla ölülere ait ruhların birbirleriyle veyahut uykudaki dirilerin ruhlarıyla buluşması ve birbirlerinden feyz ve ilham almaları kesinlikle söz konusu değildir. “Ölen kimselerin ruhlarının birbirleriyle buluşmaları ve diledikleri gibi dolaşmalarının Allah nezdindeki derecelerinin büyüklüğüne göre olduğu iddiaları” ise tam bir İsrâiliyattır. Tahrif edilmiş dinlerden aşırılarak/çalınarak İslâm’a sokuşturulmaya çalışılan “hadis görünümlü efsanevî” haberlerdir. Kur’ân ve sahih sünnetten hiçbir sağlam dayanağı yoktur. Dolayısıyla bu bilgilerin kökenini sorgulamadan alıp nakledenler, böylece milletin din algısını kirletenler, bunlara körü körüne inananlar/savunanlar kesinlikle mesul olduklarını bilmelidir.

Diğer taraftan kıyametin kopuşu esnasında ruhlar âleminde bulunan ruhların tamamen yok olması da söz konusu değildir. Zira böyle bir durum, Yüce Allah’ın hikmet ve adaletiyle bağdaştırılamaz. Çünkü ikinci surun üfürülmesiyle bedenlerle bulaşacak ruhları o zamana kadar bulundukları yerden alıp, ortada geçerli hiçbir neden yokken imha etmek ve tekrar yaratmak abesle iştigal olarak değerlendirilebilir ki bu, Yüce Allah’ın “Hakîm sıfatıyla” bağdaştırılamaz. Bu itibarla, “kıyametin kopuşu esnasında Allah’tan başka her şeyin helak edileceği”âyetini (el-Kasas 28/88; er-Rahmân, 55/26-27) siyak ve sibakı da dikkate alarak “o an dünyada yaşayan ve henüz ölmemiş bulunan mahlukâtın ölmesi ve ruhlarının da diğer ruhların bulunduğu yere nakledilmesi” şeklinde anlamak gerekir. Ayrıca şunu da bilmek gerekir ki, “Yüce Allah’ın sonsuzluğu” ile “insanın sonsuzluğu” bir ve eşit değildir. O’nun ebediliği kendi zatına mahsustur. Yüce Allah’ın yarattıklarıyla aynı kategoride olması zaten muhaldir. Zira O’nun “benzeri gibisi bile” yoktur. O biriciktir ve tek büyüktür. İnsan ve cinlerin sonsuzluğu ise Allah Teâlâ tarafından verilen bir sonsuzluktur. Bu itibarla her iki ebediliğin birbirine karıştırılmaması ve insanların kendilerini O’nunla aynı statüde görmemeleri gerekir. Nitekim Yüce Allah, Levh-i Mahfuz’da (ana yazılım, sünnetullah/adetullah/emrullahın ilke/prensip/kurallarının kaydedildiği, “evrendeki işleyişin nasıl olacağının planlanıp programlandığı” temel veri tabanında) belirlediği sünnetinde (kendisi için koyduğu kurallarda/ölçülerde, yaptığı işlerin derunî bir anlam ve amaç taşımasında ve faydalı bir gayesinin bulunmasında) hiçbir değişiklik yapmayacağını haber vermiştir. (el-İsrâ 17/77; el-Ahzâb 33/62; el-Fetih 48/23). Dolayısıyla herkesin “haddini ve yerini” iyi bilmesi gerekmektedir.

Öte yandan ruhun -önceden değil- “anne karnında bedenle birlikte yaratılması” ve ölüm anında görevli meleklerce çıkartılıp alınması “ruhun gaybî boyutunu” yeterince kanıtlar mahiyettedir. Dolayısıyla ruhun metafizik boyutunu görmezlikten gelerek bedenle irtibatı sebebiyle “sadece beden üzerinden tahliller yapmak, ruhu inceleme dışı bırakmak” hem doğru hem de ilmî değildir. Bu konuda ısrar edildikçe insanı tanımak mümkün olmayacaktır. Bu itibarla Pozitivizmi/Materyalizmi bir inanç sistemi olarak gören, “bilim” diyerek “manevî unsurları” devre dışı bırakan ve “bilim”in gücünün arkasına saklanarak insanları susturmaya/ kandırmaya/yanıltmaya çalışan yaklaşımlar (“bilimcilik dinini” dayatanlar) hiçbir zaman insanların manevî/psikolojik sorunlarını tam anlamıyla çözememiştir/tedavi edememiştir ve bundan sonra da tedavi etmesi kesinlikle mümkün olamayacaktır.

Ruhun nasıl bir varlık olduğunu daha iyi anlamak için şu misali verebiliriz: Nasıl makinaya enerji verilince makine harekete geçer, kendisi için belirlenen programa uygun çalışır, enerjisi kesilince çalışması durursa, ruhun bedene girmesiyle beden canlanır, ayrılmasıyla da ölüm gerçekleşir ve bedenin çalışması durur. Ruhtan başka canlılığı sağlayacak hiçbir unsur yoktur. Nitekim ruhun bedenden ayrılmasıyla ölümün gerçekleştiği herkesin malumudur.
 
Üst