Hz. Peygamber’e (SAV) atfedilen bir dua vardır: “Allah’ım, bana eşyayı olduğu gibi göster.” Eşya ile muhataplığımı önemsediğim andan itibaren tek soru, gerçekten eşyanın bana göründüğü gibi olup olmadığıdır. Eşyayı olduğu gibi görebilseydim, gördüğümden emin olsaydım, bu gerçekten çok müthiş bir şey olurdu. Açıkça söyleyeyim, hiç kimse yanıma yaklaşamazdı. Kelimenin tam anlamıyla “bilmek”ten bahsetmekteyim.
Gerçekten tarih boyunca filozofların “neyi bilebilirim?” sorusu etrafında epey mesai harcadıklarını görmekteyiz. Neyi bilebilirim sorusundan yola çıkan Kant, eşyanın hakikatini bilemeyeceğimizi, yani onun ifadesiyle “kendinde şey” olarak eşyayı bilemeyeceğimizi, ancak bize görünen kısmıyla bilgimizin konusu olacağını belirtir. Eşya ile ilgili bilgimizin, onunla ilgili nihai bilgi olup olmadığından asla emin olamayacağız. Bu gerçek, insanın eşya ve dünya karşısında mütevazi ve ihtiyatlı olmasını gerektirir.
Vahyin bu noktada gördüğü işlev önemlidir. İnsan, kapasitesi gereği hakikate bütünüyle vakıf olamayacağından vahiy, insan hayatında karşılığı olan eşya ve dünya ile birçok hakikati bildirmektedir. Söz gelimi, insanın geldiği yer ve öldükten sonra ne olacağı konusu insanın kendi imkanları ile yakını, yani kesin bilgi ile ortaya konulamaz. Dinlerin açıklamalarına göre ahiret hayatı, insanın geleceğine dair bir hakikati ifade etmekle birlikte insanın ulaşacağı bir bilgi değildir.
Diğer yandan insanın sadece kendi imkanları ile elde edeceği bilgi ile hayatını ve dünyayı düzenleme özgürlüğü tabii ki vardır. Zaten modernizm de bunu yapmaya çalışmıştır. Modern dünya tam da böyle bir mentalitenin denenmesiyle vücut bulmuştur. Bazı başarılara imza atmakla birlikte, kanaatimizce iki önemli noktada tıkanma yaşamıştır. Önce başarılarına bir bakalım.
Birinci başarısı, Kant’ın tanımında da kendisi bulan insanın kendi imkanlarını keşfetme, kendisine inanma, kendisini gerçekleştirme ve yetkinleşme sürecine inanması ve bunun temellerini atmaya çalışmasıdır. “Tanrı’ya sırtını dayamadan” insanın kendi imkanlarını keşfetmeye çalışması, bir çaba olarak önemsenmelidir. İkincisi, buradan yola çıkarak modern dünya ciddi üretimlerde bulunmuştur. Bugün ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal üretimlerine yetişmek kolay olmamaktadır. Bu hız ile dünyayı belirlemeye devam etmektedir.
Modernizmin tıkandığı şu iki nokta önemlidir. Birincisi, eğer sadece insanın imkanları ve bilgi ile hareket edilecekse, insanın nereden geldiği ve öldükten sonra ne olacağı sorusu hala açıktadır. Meselenin önemli boyutu, “bu soru önemsiz” denilerek boşverilemez. Diğer yandan, modernizm bu perspektifiyle dinden yardım almadığı sürece, insan ve dünya ile sınırlı bir kapalı sistem ideolojisi oluşturmaktadır. Dolayısıyla dışarıdan sisteme bir anlam yüklenemezken, kendi anlamını ancak totoloji ile kurabilen kendinden menkul bir ideolojidir bu. Teknoloji, üretim, tüketim vb. her şey çok güzel; ancak tüm bunları önceleyecek şekilde “dünyada niçin yaşıyoruz” sorusunun cevabı yok. Bazıları bu anlam problemini küçümseyip, ne yani bu mu diyorlar? Anlam, o kadar basit bir mesele değil. İnsanın kendisini dünya ile irtibatlayacağı nihai varoluşsal bir anlam olmadığı zaman, bizzat dünya “saçma” haline geliyor.
İkincisi de, Tanrıya ihtiyaç duymayan dünya kurma girişimi, gelinen noktada Tanrıdan bir kopuşa doğru varmıştır. Halbuki insanın sırtını Tanrıya dayamadan insanın kendi imkanlarını geliştirmesi ile Tanrı’dan kopuş arasında çok ciddi mesafe vardır. Tanrı’dan kopuş bu bağlamda insanın varoluşsal gerçekliğini kaybetmesine de sebep olmaktadır. İşte, içinde yaşadığımız sürecin getirdiği kriz burasıdır. İnsanlar, teknoloji ve maddi imkanlarla gözleri boyanmış bir şekilde “varoluşsal” sorunları askıya alarak, erteleyerek hareket etmektedirler.
Böyle bir dünyada okuma ve yazmanın anlamı nedir? Böyle bir soruya verilecek öncelik cevap, “hayatı ciddiye almak” olacaktır. Tapu kayıtlarını artırmak üzerine inşa edilen hayatları nasıl ciddiye alacağız? Burada hangi varoluşsal arayış kendi semptomlarını göstermektedir?
Kendi potansiyellerini genişletme imkanına sahip, ancak aynı zamanda sınırlı kapasite ve fani karakteriyle insanın dünyayı bir hakikat arayışı süreci olarak görmesi, bu hakikate bütünüyle vakıf olamayacağını bilmekle beraber, hayatını bu “yol”a revan olmaya adamasına düşülen notlardır “yazmak.” “Yol”da giderken hayatın iğvalarına karşı en başta kendi kendine bir uyarı geliştirmek, patikalar açmak, açılmış patikaları yola çevirmek üzere patikaları belirginleştirmektir.
İnsanoğlu aslında kendini arar yazarken. Yazmak, aynı dertten mustarip insanların arkadaş arayışlarıdır. Her bir yazı, ilmek ilmek insanın kendisini inşa sürecidir.
Gerçekten tarih boyunca filozofların “neyi bilebilirim?” sorusu etrafında epey mesai harcadıklarını görmekteyiz. Neyi bilebilirim sorusundan yola çıkan Kant, eşyanın hakikatini bilemeyeceğimizi, yani onun ifadesiyle “kendinde şey” olarak eşyayı bilemeyeceğimizi, ancak bize görünen kısmıyla bilgimizin konusu olacağını belirtir. Eşya ile ilgili bilgimizin, onunla ilgili nihai bilgi olup olmadığından asla emin olamayacağız. Bu gerçek, insanın eşya ve dünya karşısında mütevazi ve ihtiyatlı olmasını gerektirir.
Vahyin bu noktada gördüğü işlev önemlidir. İnsan, kapasitesi gereği hakikate bütünüyle vakıf olamayacağından vahiy, insan hayatında karşılığı olan eşya ve dünya ile birçok hakikati bildirmektedir. Söz gelimi, insanın geldiği yer ve öldükten sonra ne olacağı konusu insanın kendi imkanları ile yakını, yani kesin bilgi ile ortaya konulamaz. Dinlerin açıklamalarına göre ahiret hayatı, insanın geleceğine dair bir hakikati ifade etmekle birlikte insanın ulaşacağı bir bilgi değildir.
Diğer yandan insanın sadece kendi imkanları ile elde edeceği bilgi ile hayatını ve dünyayı düzenleme özgürlüğü tabii ki vardır. Zaten modernizm de bunu yapmaya çalışmıştır. Modern dünya tam da böyle bir mentalitenin denenmesiyle vücut bulmuştur. Bazı başarılara imza atmakla birlikte, kanaatimizce iki önemli noktada tıkanma yaşamıştır. Önce başarılarına bir bakalım.
Birinci başarısı, Kant’ın tanımında da kendisi bulan insanın kendi imkanlarını keşfetme, kendisine inanma, kendisini gerçekleştirme ve yetkinleşme sürecine inanması ve bunun temellerini atmaya çalışmasıdır. “Tanrı’ya sırtını dayamadan” insanın kendi imkanlarını keşfetmeye çalışması, bir çaba olarak önemsenmelidir. İkincisi, buradan yola çıkarak modern dünya ciddi üretimlerde bulunmuştur. Bugün ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal üretimlerine yetişmek kolay olmamaktadır. Bu hız ile dünyayı belirlemeye devam etmektedir.
Modernizmin tıkandığı şu iki nokta önemlidir. Birincisi, eğer sadece insanın imkanları ve bilgi ile hareket edilecekse, insanın nereden geldiği ve öldükten sonra ne olacağı sorusu hala açıktadır. Meselenin önemli boyutu, “bu soru önemsiz” denilerek boşverilemez. Diğer yandan, modernizm bu perspektifiyle dinden yardım almadığı sürece, insan ve dünya ile sınırlı bir kapalı sistem ideolojisi oluşturmaktadır. Dolayısıyla dışarıdan sisteme bir anlam yüklenemezken, kendi anlamını ancak totoloji ile kurabilen kendinden menkul bir ideolojidir bu. Teknoloji, üretim, tüketim vb. her şey çok güzel; ancak tüm bunları önceleyecek şekilde “dünyada niçin yaşıyoruz” sorusunun cevabı yok. Bazıları bu anlam problemini küçümseyip, ne yani bu mu diyorlar? Anlam, o kadar basit bir mesele değil. İnsanın kendisini dünya ile irtibatlayacağı nihai varoluşsal bir anlam olmadığı zaman, bizzat dünya “saçma” haline geliyor.
İkincisi de, Tanrıya ihtiyaç duymayan dünya kurma girişimi, gelinen noktada Tanrıdan bir kopuşa doğru varmıştır. Halbuki insanın sırtını Tanrıya dayamadan insanın kendi imkanlarını geliştirmesi ile Tanrı’dan kopuş arasında çok ciddi mesafe vardır. Tanrı’dan kopuş bu bağlamda insanın varoluşsal gerçekliğini kaybetmesine de sebep olmaktadır. İşte, içinde yaşadığımız sürecin getirdiği kriz burasıdır. İnsanlar, teknoloji ve maddi imkanlarla gözleri boyanmış bir şekilde “varoluşsal” sorunları askıya alarak, erteleyerek hareket etmektedirler.
Böyle bir dünyada okuma ve yazmanın anlamı nedir? Böyle bir soruya verilecek öncelik cevap, “hayatı ciddiye almak” olacaktır. Tapu kayıtlarını artırmak üzerine inşa edilen hayatları nasıl ciddiye alacağız? Burada hangi varoluşsal arayış kendi semptomlarını göstermektedir?
Kendi potansiyellerini genişletme imkanına sahip, ancak aynı zamanda sınırlı kapasite ve fani karakteriyle insanın dünyayı bir hakikat arayışı süreci olarak görmesi, bu hakikate bütünüyle vakıf olamayacağını bilmekle beraber, hayatını bu “yol”a revan olmaya adamasına düşülen notlardır “yazmak.” “Yol”da giderken hayatın iğvalarına karşı en başta kendi kendine bir uyarı geliştirmek, patikalar açmak, açılmış patikaları yola çevirmek üzere patikaları belirginleştirmektir.
İnsanoğlu aslında kendini arar yazarken. Yazmak, aynı dertten mustarip insanların arkadaş arayışlarıdır. Her bir yazı, ilmek ilmek insanın kendisini inşa sürecidir.