YALAN DÜNYA ANLAYIŞI- ZİHİNSEL OLARAK ALGILANAN BİR EVREN TASARIMI
Hayatta her şey akar. Desene sosyal hayat sürekli bir nehir gibi akmaktadır. İnsanoğlu da sosyal hayatta çocukluktan, gençliğe, gençlikten olgunluğa ve olgunluktan yetişkinliğe doğru bir akış içerisindedir. Öyle ki her dönemin bir hakkı vardır. Bu dönemlerin her birinde biyo-din ve biyo-siyaset nasıl bir yol ve yöntem izlemiştir. Bu dönemlere, biyo-din ve biyo-siyasetin bakışı nasıl olmuştur. Bu durum herkes için merak konusu olmuştur. Bu konular da sosyal hayatta sürekli tartışılmaktadır. Bu akışta sosyal, iktisadi, hukuki ve fiziki ibadetlerin durumu ne olacaktır?BİRİNCİSİ: Suçlulara Ceza ( Bedene Ceza İşkence midir?)
İlk dönemlerden itibaren suçlulara cezalandırma yöntemlerine baktığımızda suda boğmak, diri gömmek, kazanda kaynatmak, yırtıcı hayvanlara parçalatmak, fırına atmak gibi bedene uygulanan cezalar suç tiplerine göre cezalandırma yapılırdı. Bu bağlamda tarihten günümüze suçlulara ceza konusunda biyo-dinin önerisi nedir? Biyo – din sosyal değişmeler karşında nasıl bir biyo – siyaset izlemiştir. Din başkasının bedeni üzerinde ne tür tasarruf yetkisi önermiştir. Sosyal hayattaki değişmeler karşında insan davranışları ve bedeni üzerinde biyo-dinin izlediği biyo – siyaset konusu ve sınırları dünden bugüne hep merak konusu olmuştur ve tartışılmıştır. Bu konularda tarihten günümüze çok farklı yaklaşımlar da bulunmaktadır. Öyle ki malik mülkünde dilediği şekilde tasarruf etme yetkisine sahiptir anlayışı, ilk dönemlerden günümüze kadar hâkim bir inanıştır. Mal ve mülkün maliki, malında dilediği şekilde tasarruf etmesi hakkının sınırları nedir ve nasıl anlaşılmalıdır? Zira ilk dönemlerde çocuk, ebeveynin, karı, kocanın, yönetilen, yönetenin, yaratılan, yaratanın mülkü kabul edilirdi. İlk dönemlerden itibaren baba, babalık yetkisine dayanılarak oğlunun hayatı ve ölümü gibi bedeni üzerinde tasarruf etme yetkisine de sahipti. Koca karısının, devlet vatandaşın bedeni üzerinde çeşitli yönlerden tasarruf etme yetkisine sahip bir anlayış bulunmaktaydı. Bu algı ve anlayışın sınırı ve tasarruf hakkı tarih boyunca hep tartışılmıştır.Bu bağlamda biyo-dinin izlediği sosyal siyaset suçlulara ceza ilk dönemlerden itibaren *ettiğini bulma yani kısastı. Bu anayasal üst norm niteliğindeydi. Daha sonra toplumların örf ve adetlerini dikkate alarak şerî yasal düzenlemeler yapılmıştır. Örneğin; hırsızın elinin kesilmesi bu şerî yasal düzenlemelerden biridir. Bu şerî yasal düzenlemenin illeti / gerekçesi *ibret* yani *caydırıcılıktı. Oysa geçmişte cezalandırmanın amacı ibretti günümüzde ise illet yani gerekçe *ıslah* olmuştur. Bilindiği gibi Kur’an’da en büyük ceza adam öldürmeden sonra hırsızlık kabul edilmiştir. Görüleceği üzere kesilen el ile ortaya çıkan kayıp çalınan mal ile ortaya çıkan değerden daha büyüktür. Günümüzde bu durumun anayasal mahiyetli olan kısas ilkesine aykırı olduğu, ibretin ve caydırıcılığın işlenen suçun cezası olmadığı, ibret başkalarına örnek yapmak ve başkalarını o suçu işlemekten caydırmak olduğu iddia edilmektedir. Dolayısıyla hırsızın eli hırsızlık yaptığı için değil başkası hırsızlık yapmaması için kesildiği hâkim bir görüş bulunmaktadır. Oysa bugün çalınan mal cansız, kesilen el canlı, çalınan mal yerine getirilebilir fakat kesilen el yerine getirilemez gerekçesiyle kısas yani anayasal ilkeye ters olduğu ileri sürülmektedir. Bu anlayışa göre bugün vücut bütünlüğüne yapılan her müdahale bir tür işkence kabul edilmektedir. Genel hukuk kuralı olarak “illet değişince hükümler de değişir”, “zamanın değişmesiyle hükümlerde değişir” gibi hukuki ilkelerimiz de bulunmaktadır. Bu ilkelerimizin kapsamı ve uygulanabilirlik alanı da merak konusu olmuştur. Bu iddialara bireysel değil de ortak akılla cevap aranmalıdır.